...demek isterdim!

22 Ağustos 2008 Cuma

İki kardeş taban tabana zıt yaradılıştadır; “abla” ne kadar dışa dönükse, ortanca, o kadar içe dönüktür.

1959 yılının Haziran ayı sonlarına doğru, Üsküdar Yeldeğirmeni’nde oturan anneannesi, “abla”nın, hamileliğin bulaşıcı olduğu tezini kanıtlarcasına üç kızının aynı yıl içinde doğurduğu kız bebeklerden sonuncusunu, “abla”yı görmeye, Hatay Hassa’ya yola çıkar. Uzun zahmetli yolculuk sonrası, büyük kızının oturduğu eve ulaştığında, anneanneyi bir oda dolusu kadın karşılar; ziyaret sona erip, kadınlar birer ikişer ayrıldıklarında anneanne, kadınlardan birinin bebeğini unuttuğunu görür! Oysa, kadınların ziyaret sebebi de olan bu bebek, sütten kesilmeden hamile kalınmaz geleneği uyarınca sütün koruyuculuğuna güvendiğinden, canının ekşi elma çekiyor olmasına bir anlam veremeyen kızının, ikinci kızı, “abla”nın kendisinden tam 13 ay küçük, ortanca kız kardeşidir!

İkili set olarak, birlikte geldiklerini düşündürecek kadar az zaman aralığıyla doğmuş olduklarından, “abla” kardeşinin doğumuyla ilgili bir şey hatırlamaz. Bebeğin ağzına iri bir karamel parçası tıkmaya çalışırken yakalandığı gün işlenmeye başlayıp evrilerek bugüne ulaşan “abla”lık teması görünen o ki, bebeğin hayatta kalmasını sağlamıştır.

Doğuştan iç dünyası zengin, dengeli, mutlu, sadece kendisiyle değil, börtü böcek yaprak çiçek, her şeyle herkesle barışık çok şirin küçük kız, elbiselerinin eteklerini yelpaze gibi iki yana açarak poz verdiği fotoğrafları süslemekle kalmaz, istendiğinde masa, sandalye üzerine çıkıp hiç nazlanmadan şiirler okur, neşesiyle günleri, geceleri güzelleştirir.

İki kardeş taban tabana zıt yaradılıştadır; “abla” ne kadar dışa dönükse, o, o kadar içe dönüktür. “Abla” heyecanla koşarken, kardeşi, burcunun temel davranışı uyarınca suda devinircesine sakin, neredeyse yüzer; bulaşığı sırayla yıkadıkları yıllardan kalma büyük tencereye bol su koy, ocağın altını iyice kıs! sözü halâ kulaklardadır! 3.5 yıl sonra doğan en küçük kız kardeşlerinin dengeleyici tavrı olmasa, lise yıllarına dek dövüşüp boğuşan “abla”yla ortancanın itişip kakışması hiç bitmeyecek! Geç kalıyorum, kaçırdım dehşetiyle zaman, “abla”nın yaşamının değişmez, göz ardı edilemez parçasıyken ortancanın zaman kavramı yoktur! Stres anında çok daha verimli olduğu son dakikada atağa kalkıp arayı kapatır. Sezgileri güçlüdür, daha çok bedeni içinde gezer, kıyı köşe bakınır, iç organlarını gözler, hastalıklarını önce kendisi teşhis eder. Dörtte bir kadarına sahip olsa çok daha farklı bir yaşamı olacak “abla”nın tersine çok sabırlıdır; kılı kırk değil dört yüz yarar. Dünya üzerinde bilgi üzerine bilinen ne varsa, kız kardeşi öğrencilerine sevgiyle özene bezene aktarır; bu özen, yazılı kâğıtlarında …istediği kadar iyi olmadığı, soruyu şu veya bu nedenle iyi yanıtlayamadığı için… üzüntüler belirten minik içten notlarda açıkça gözlenir. “Abla”nın sevecenliği bir bardak su ise, ortancanınki, mezun ettiği genç öğretmenlerin, diploma törenlerinde boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak şaşılası bir üniversitesi manzarası sergiledikleri, koskoca bir okyanus!

“Abla”nın, kendisine kavuşma yolculuğunda örnek aldığı ortanca kız kardeşi, doğuştan zaman kavramı olmadığından her daim anda oluşuyla, engin sabrı, sezgiselliği ve sevecenliğiyle kendisi gibi olmak istediği az sayıda kişidendir. Böyleyken “abla”, bilgi bilgisi öğreten kız kardeşini, 40’lı yaşlarında varlığını hissettiği, kendisine yeni geldiğinden yeni bir bilgi biçimi diyerek söz ettiği, aslında Dünyanın en eski yerli topluluklarının, bizde Mevlâna’nın, Alevî’lerin Müslümanların hışmından korunmak için Hz. Ali ile sarıp sarmaladıkları en eski inançlarında görülen kendilik bilgisi fikirleriyle kızdırır. Yetmez! Bu kadar zıt karakterli iki kız kardeşin bunca az zaman arayla Dünyaya gelmelerinde de bir hikmet olduğunu, her şeyin rastlantıyla açıklanamayacağını, dahası akıllıca tasarlanmış olduğu düşüncesinin, kendi aklına pek yattığını söyleyip bu sabırlı kadının, sabrının sınırlarını zorlar!

İç dünyasında mutlu ve dingin yaşamaktayken dış dünyanın güzelliklerinden de deriiiiin zevk almayı bilen kardeşiyle yaptıkları bir Tahtakale ziyareti sırasında “abla”, onun, bunu bir bayram, bir şenlik gibi yaşayan yüzünde yakaladığı çocuksu sevinci, gözlerindeki Tanrısal ışığı görüp büyülenir! Dış dünyanın, “abla”nın varlık/iddia alanı yapılması gereken işler kısmıyla ilgisi olmadığından, kitaplar yazıp perdelerini yıkayamayan kız kardeşi, sağlığında böyle zamanlarda onu destekleyen annesini 18 yıl önce ölecek ne vardı? diyerek hasretle anarken, taşınmasına yardım için gelen “abla”, marketçi Rıza’dan alıp şehirlerarası yolculukla getirdiği kolilere kitaplarını yerleştirerek annelerinin eksikliğini bir parça gidermeye çalışır.

Yaşamını zengin, kaliteli, görkemli kılmak için desteğini hiç esirgememiş, kaynaklarını her iki ablasıyla da kayıtsız şartsız paylaşmış en küçük kız kardeşi yanında, ortanca kız kardeşine de “abla” demek ister ki!

...zaman zaman farklı bir boyutta yaşarmış görünerek her şeyin bundan ibaret olmadığı düşüncemi destekleyen, sezgiyle varılabilecek içsel bilginin doğruluğunu kanıtlayan, kendini sevmenin ne demek olduğunu bilip gösteren, koşulsuz sevgiyi, sınırsız sabrı alçakgönüllülükle sergileyerek, beraberce büyürken, büyümeme neden olan kardeşim olduğun için, sana çok teşekkür ederim.

Etiketler: ,

Fotoğraflardaki yüzleri, yüzlerdeki kıvrımların taşıdığı anlamları incelemeye, çözmeye meraklı “abla”...

...dudak kıyısına saklı, duygularına, kendine direnmekten, sevmediği kendi olmaktan kaçıştan doğan acıyı görür! Bedenlerin duruşlarına bakar, kalabalık fotoğraflarda bir diğerine eğilmiş baş, saklanmış/sıkılmış/bir şey almaya uzanmış eller, olmaması gereken birine gizlice yönelmiş bakışlar… ona göre çok şey anlatır.

Bir nişan fotoğrafı; Konsomasyon Taburesi’ndeki genç kadın tek tek gösterir; bu ben, annem, babam… kardeşim… Mutlu yüzlerle ışıklı fotoğrafın ortasında acı yüklü yüzüyle kapkaranlık genç bir adam, damat adayı! Nasıl kimse görmemiş, taaa başından yürümeyeceği bunca belliymiş de bu gönülsüzlük nasıl fark edilmemiş? diye düşünen “abla”ya iki çocuktan sonra evi terk eden kocasını, kocasına olan aşkını cinsel yaşamlarıyla ilgili ayrıntıları da katarak anlatan genç kadın, ara sıra duraklayan göz yaşı sellerine boğulmakta… Bilgisayarın başında, bu aşkın hikâyesini sayfaya döken “abla” ile kadının amacı, çocuklar yazılanları okuyup anlayacak yaşa geldiklerinde daha sağlıklı bir durum muhakemesi yapabilsinler!

Kendi macerasını yaşamak üzere özgürlüğünü ilân edip evden ayrılan, tek taraflı aşkın kahramanı koca “abla”nın işyeri arkadaşının ağabeyi! Sinema sohbetleri ardına gizlenip olumsuz durumun ağırlaştırıcı etkenlerinden biri olmak istemeyen “abla”yı, kardeş araya girmese, bayağı zorlayacak! Sık rastlanan bu ve benzeri durumda “abla”, karısının olumsuzluklarını anlatıp sızlanan ve nasıl oluyorsa çoooook anlayışlı kadınların anlamaya koştukları adamdan değil, kendisini sevmese de eşine âşık kadından yana koyar ağırlığını; ortak çocukları olan, seven bir kadınla frekans tutturamayan bir adam der, benimle mi anlaşacak, niyeti iyi olan daha çok kişinin çıkarını gözetir.

Kız arkadaşlarından, karılarından şikayet ederek avlanan karşı cinse güven duymaz “abla” ama sinefil ağabeyin ikide bir odasına dalmasını nasıl engelleyebileceğini bilmez. Bereket odası “abla”nınkinin karşısına düşen kız kardeş akıllı bir kadındır, akınları artık nasıl yaptıysa durdurur… ve hemen ardından “abla”yı baş göz etme faaliyetine hız verir.

Ne olsa dul kadın tehlikedir!
“Abla”nın gözlemine göre evlenme yaşı gelmiş ve geçmekte olan genç kızlar için sadece anne ve yakın akraba çaba gösterirken, evlenip boşanmış, evlilik sahnesinin yuttuğu tozu damarlarında dolaşan dul kadın için herkes çabalar, elinden gelenden fazlasını yapar. Üstelik iki kez boşanmış olduğundan “abla” daha tehlikelidir ve yaşanan son olayın gözler önüne serdiği gibi derhal önlem alınması/çözüm bulunması ziyadesiyle öncelikli bir konudur!

Gelip giden müşterilerden bekâr olanlara “abla”, “abla”ya aday adayları övülür; ilan bürosu çalışanı bir bey, sırf Cumhuriyet Gazetesi okuru olduğu için çok uygun kısmettir!

Kararlı, azimli arkadaşının, fakülteden arkadaşı kibar bey, liste başıdır. “Abla”nın beraber bir yemeğe çıkmalarına karşı çıkmalarının bir faydası olmaz.


Bir akşam, mesai sonrası saatte çalan kapıyı açan tüm gelişmelerden haberli sekreter arkadaşının koşarak gelip, gelişini “abla”ya haber verdiği bey az sonra odası kapısında belirir. Başkanı olduğu dernekle ilgili işi görüşmeye gelmiştir senaryoya göre… “Abla”dan azıcık uzun, ince, takım elbiseli, kravatlı gerçekten zarif bir bey kırmızı köşede! Bilgisayarının ardına sinmiş “abla”, zarif beyden az kısa, az geniş, ayağında fitilli kadife bordo füzo, üzerinde sweatshirt gaaaayet spor mavi köşede! Yan yana hiçbir resimde şık durmayacak ikili! Yaşça değil, yaşam biçimleri açısından galaktik uzaklıktalar! Her iki taraf da hangi hayırlı vesileyle bir arada bulunduklarının farkında ve köşelerinden, karşı köşeden çakabilecek kroşeyi tartmakta; “abla” fazladan korktuğuna uğradığını açık etmemek derdinde… İş konuşulur, sekreter arkadaşın yaptığı emsalsiz Türk kahvesi ikram edilir, zarif bey uğurlanır; çöpçatan, emrivâki anında ajansta olsa, hayatı kesinlikle tehlikede! Olupbittiye gelmekten açık biçimde bunalan "abla" demek ister ki!

Yaşanan karşılaşma, tanışma, bozgun öylesine etkilidir ki bir şey demesine gerek kalmaz! Böylece bu karşılaşma, olayın gündemden düşmesine neden olur ve yaşadığı tüm gerginliğe karşın “abla” açısından olumlu bir sonuca bağlanır. Babasının görevi dolayısıyla, temsil görevi yüzünden annesinin yaşadığı sıkıntıların yakın tanığı “abla” temsil edilmesi gereken bir koca istemediğini defalarca söylemiştir, söylemiştir ama…


Siyah beyaz bir fotoğrafta, salıncakta, kucağında yaşına girmemiş “abla” ile annesinin uzun iki güzel saç örgüsünün çevrelediği güzel yüzündeki gülüşün, insanüstü çaba gerektiren mümkün olan en kısa sürede şık, bakımlı olma zorunluluğu, çalışan kadınlık, annelik mesaileri arasında sıkışa örselene, izleyen yıllar boyunca yavaaaaaşça yok oluşunu, fotoğrafları renklenirken neşesinin soluşunu izleyip gözlemek hiç zor değil!

Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın: Başkaları için yaşadığı ömrünün sonunda yakınlığa, dostluğa, bir çift söze ihtiyacı var…

Spor ayakkabı kutularının birinde, "abla"nın eline bir New Age kaseti takılır; Andreas Vollenweider,“abla”nın liste başı kasetlerinden Dancing with the Lion… Güzelim parçanın tınısı, Osmanbey’de Karakol’un bulunduğu caddeyi diklemesine kesip Bomonti’ye inen sokaklardan biri üzerindeki işyeri anılarıyla yüklü; aralarında “abla”nın unutamadığı bir yüz: Diamante!

Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın; “abla”nın şefi olduğu grafik atölyesinin altındaki bodrum katta oturur. Öğlene/akşama doğru, belden kuşaklı kalın triko sabahlığı, ince beyaz uzun saç örgüsü kıvırıp yaptığı topuzu ve çok kalın camlı gözlüğüyle atölyenin kapısında belirir. Sessizce içeri süzülür, “abla”nın masası önündeki sehpanın iki yanındaki koltuklardan birine ilişir, ajansın üst düzey kadrosu bir üst kattadır ama o yine de biri var mı? diye bakınır, çocuklardan biri çay, diğeri galeta ikram eder. Diamante uzanır sehpa üzerindeki dergilerden birini alır, burnuna dayar, arka kapaktaki mavisiyle ünlü sigara reklamını uzuuuun uzun inceler ve “abla”ya yaşıyorlar hanım der, yaşıyorlar!

Arada Fransızca konuşarak sesinde sitem gençliğinde, zengin ailelerin çocuklarına dadılık yaptığı eski debdebeli günlerini anlatır. Sonrasında sırayla hasta anne ve babasına bakar, ölümlerinden sonra İsrail bağımsız bir devlet olduğunda da, gidenlere benim orada kimsem yok ki! deyip katılmaz.

Bir ara hastalanıp ortadan kaybolur. Döndüğünde “abla”nın böyle bir başına zor olmuyor mu Diamante, sizinkilerin bir organizasyonu, bir düşkünler evi yok mu? sorusuna, dövüyorlar hanım diye cevap verir, çok dövüyorlar.

Bir gün, geçmiş zaman “abla” hatırlamaz, dairesine inip bir şeye bakmalarını rica eder, bir gelişinde kulağına eğildiği "abla"ya kısmet bulduğunu müjdeler bak hanım der, sanatı da var elinde, marangoz..., bir başka gün, son görüşmeleri, elinde bir tepsi pirinçle gelir, gözüm görmüyor hanım der, şuna bir baksan!

Gün boyu delice tempoda çalışmak yetmezmiş gibi gece 03:30’lara sarkmış fazla mesaiyle başları belâda grafik ekiple iş emirlerini zamanında sonuçlandırmaya savaşan “abla” demek ister ki!

Denecek bir şey yok! Burası bir iş yeri! demeye gerek yok, bu gün ışığı kadar açık. Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın: Başkaları için yaşadığı ömrünün sonunda yakınlığa, dostluğa, bir çift söze ihtiyacı var… Bu gün ışığından daha açık.

İşyeri iflâs eder, “abla” için dört buçuk ay sürecek işsizlik dönemi başlar; her biri bir başka yere dağılan ekipten biri Bomonti’ye inen bir başka sokakta oturuyor olmasa çoook sonra duydukları Diamante’nin ölümünden hiç haberleri olmayacak!

Etiketler: , ,

“Abla”nın aklında kendi filmlerini çekme macerası!

Baadasssss! 2003 ABD yapımı bir film, tam adı How to Get the Man’s Foot Outta Your Ass- Baadasssss!; Zenci yönetmen Mario Van Peebles, babası Melvin Van Peebles’ın komedi, porno dışında bağımsız bir film yapma çabasını çeker. Hippi arkadaşının dediği gibi adının ortasına Van ekini almasa bağımsız film olmasına olanak yoktur, para yoktur, 13 yaşındaki oğlunun bekâretini yitirdiği sahne için aralarında tartışmalar yaşanır. Profesyonellere verecek parası olmadığından yönetmenin babası, çocukları dahil herkesin oynadığı filmde sekreterin sevgilisi, kız arkadaşının oyunculuğuna önce itiraz eder ama bir süre sonra, bunun Kara Panterler’in de desteklediği bir zenci başkaldırısı filmi olduğunu sezip grubuyla müzik yapmayı önerir: Earth, Wind and Fire! Bir sürü aksiliğe karşın bildiğimiz Bill Cosby’nin para yardımı yaptığı film biter ama dağıtımcı tüm Amerika’da sadece iki salona pazarlayabilir, ikinci gösterim sonrası bir gözünün aşırı çalışma yüzünden kör olmasına ramak kalmış yönetmen başarıyı yakalar!

“Abla”nın aklında kendi filmlerini çekme macerası!

Günde bir film+festivallerde 60-70 film, yılda yaklaşık 450 film izleyen “abla” ve küçük kız kardeşi bilinçli tüketici tavrıyla Türsak’ın düzenlediği ilk (26 Ekim 1996-11 Ocak 1997) Temel Sinema Kursları’na katılırlar: Hüseyin Kuzu’dan Dünya Sineması, Senaryo Tekniği, Burçak Evren’den Türk Sineması Tarihi, Selçuk Taylaner’den Kamera, Objektif, Kadraj, Enis Rıza Sakızlı’dan Film Yapım Süreci, Sinan Toğrul’dan Video Kameraları, Metin Deniz’den Sinemada Sanat Yönetimi, Uğur İçbak’tan üşenmeden taşıdığı ışıklarla uygulamalı Sinemada Işık, Görüntü Yönetimi, Hilmi Etikan’dan Çekim Planları Kamera Hareketleri, Seslendirme, Füsun Demirel’den Sinemada Oyunculuk, Hale Künüçen’den Sinemada Akımlar, Ersan İlal’dan Film Çözümlemesi, Derviş Zaim’den Yönetmenlik… öğrenip, derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Müjde Ar imzalı sertifikalarını alırlar.

Kesmez! Film de çekmek isteyen “abla” ilk mezunlardan oluşan 8 kişilik bir grupla bir kısa film senaryosu yazmaya başlarlar. Hafta sonları bir araya gelebilen, aralarında TV-Film, ilaç pazarlama, kimya, reklâm sektöründen kişilerin, Çorlu’dan gelip giden bir astsubayın, Bursa’dan gelen bir kızın bulunduğu çalışanlardan kurulu grup bir arada o kadar eğlenirler ki, Sevinç Hanım'ın evliyâ ayarındaki sabrını zorlayarak sadece senaryonun yazımı 1.5 yıl sürer.


Başları üzerinde tonlarca taş ve tozun Hale-Bopp Kuyruklu Yıldızı adıyla gürüldeyerek akmakta olduğu günlerde kameraman Necmi Bey ile Hilmi Etikan başkanlığında çekimlere başlanır; amatör tiyatro oyuncusu orta yaşta bir kadın ve dizi oyuncusu genç bir adam bulunur, gruptan birinin evinde bir kaç sahne, bir diğerinin evindeki pirinç karyolada bir sahne, Galata Kulesi'ne bakan bir apartman girişinde kursiyerlerden birinin kapıcıyı oynadığı bir sahne, Üsküdar İskelesi’nden ayakkabı boyacısı bir çocukla, işyerinin kedisi TekirBekir’le birer çekim… yapılır.

Geçkince bir hayat kadının kendine bir gönül yoldaşı aramasını anlatan öykü için montaj sonunda 20 dakikalık bir kısa filme dönüşen 8-10 saatlik çekim yapılır. Bir çok aksilik yaşanır, montajdı, sesti derken sonunda film biter. Son buluşmalardan birinde grubun başkanı Hilmi Bey’in her gün, her dakika bu tarz üretim yapılışını, bu dev çöp yığınını protesto etmek için filmimizi, Taksim Meydanı’nda yakalım! önerisine kimse iltifat etmez…

İnsanın emek verdiği şeyi sevip bağlandığı gerçeği yüzünden, bu, gruba göre festivallere gönderilesi çooook kıymetli bir çalışmadır! Bu öneriye Hilmi Bey’in bıyık altından gülümseyişini hatırlayan “abla” yıllar sonra kopyalanıp herkese birer adet dağıtılmış kopyayı izlediğinde dehşete düşer: Seçimini Bruch ve jenerikte Paganini’den bizzat elleriyle yaptığı müzik, nasıl da eğreti durmakta! Niye aklına, filmin erkek karakterini belki ama, kadın karakterini kesinlikle daha iyi ifade edecek Türk Sanat Müziği gelmemiş ki? Ve göze kulağa batan daha neleeer neler…

…demek ister ki!

“Abla”nın diyebileceği bir şey yok; küçük arkadaş gruplarını evinde toplayıp sevinçle izlettiği, yapıldığı süreçte özenilip emek verildiğinden taşıyabileceğinden fazla anlam yüklediği –neredeyse- bir çeşit aşk ilişkiyle bağlandığı film, aradan geçen zaman içinde giydirdiği anlamından soyunmuş, iyi niyet, sevgi ve hevesle üretilmiş bir küçük atölye çalışması, hepsi o!

Her salise, değerli değersiz, anlamlı anlamsız yığınla metnin, görüntünün, sesin üretilip aktarıldığı medyanın, akılalmaz boyutta bir çöplüğe dönüştüğünü gördüğü geçen yıllar boyunca yine de,
diye düşünmeden edemez “abla”; filmi Taksim Meydanı’nda tutuştursaydık, geçen zaman içinde dolap köşelerinde gerçek kimliğine bürünerek her karşılaşmamızda uğrayacağımız şoktan kesinlikle çooook daha fazla etki yaratabilirdik…

Etiketler: , , , ,

“Abla”, mutluluk duygusu yaratan salgının beyinde salınmaya başlamasından az önceki kritik eşiği yakalarsa, aşkı durdurabileceğini iddia eder!

Ilık, soba yakılmasa da olur akşamüstü; “abla” sürmeli tel kapı ardında oturmuş, akşamın taze kır çiçekleri kokulu nemini içine çeker, çok severek dinlediği eski kasetlerden biri eşliğinde gecenin inişini gözler. Arthur Rimbaud şiirleri üzerine Hector Zazou, Sahara Blue albümü, vokalde tanıdık isimler: Gerard Depardieu, Khaled, Harbiye Açık Hava’da izleme şansını yakaladığı Dead Can Dance’ten bayıldığı Lisa Gerrard, Brendan Perry… “Abla”nın eksik müzik zevki eğitimini tamamlamak üzere doldurulan kasetin hikâyesi,Tünel’e yakın İsveç Baş Konsolosluğu karşısına düşen ve o tarihte geniş yuvarlak avlu çevresinde noter, avukatlık bürosu, sahaf… işyerlerinde çalışanların olduğu Narmanlı Han’da başlar.

Narmanlı Han, başlangıçta sadece mekân olarak ilginç gelir “abla”ya; girişinde kemerli kapının sağında solunda bir iki kondu büfe dışında içeride, yaşam ve avlu olmak üzere her iki anlamda da hayat olan geniş avlu, üst katlarda bir zamanlar konaklanılan odaların bulunduğu, alt katlarıysa işyeri, avlusu kalabalık kedi nüfusu barındıran bir güzel yapı… Kapı önündeki kitapları karıştırıp kedileri seven “abla”, sahafın eski 45’lik, 33’lük plaklar da sattığını görüp, plaktan kasede kayıt yapıp yapmadıklarını öğrenmek üzere içeri girer. Amacı, aralarında, isteği üzerine babasının yıllar önce Gaziantep’ten aldığı kızının ismine ilhâm kaynağı olmuş Cem Karaca parçası Oy Gülüm Oy!’un da bulunduğu, sevdiği ama dinleyemediği 45’likleri hayata döndürmek… Babasının gençliğine benzeyen, gözlüklü bir genç olan sahafla, kitaplar, müzik, derken hayat üzerine sohbete dalarlar. Plaktan kasede kayıt yapabilecekleri anlaşılan arkadaşları vardır, “abla” söz konusu 45’likleri getirir bir sonraki Narmanlı Han ziyaretinde ve öğrenir ki eski eser olması nedeniyle işyerleri tahliye edilmekte…

Bir sonraki karşılaşma Cadde’deki Atlas Pasajı’nda gerçekleşir; henüz plaklar kasede aktarılmamıştır ama R.E.M.’in bir parçasının pek moda olduğu, “abla”nın da bu parçayı sevdiği anlaşılınca müzik zevkindeki deriiiiin gedik giderilmek üzere, sahaf tarafından kendisine hikâyenin başındaki Sahara Blue kasedi önerilir: Ağırlıklı olarak klâsik müzik dinleyen “abla” bu değişik müziği sever!


Zaman geçer… 45’liklerinin izini sürdüğü, e, hadi artık aktarın da şu plakları kasede… konuşmalarından birini daha yapmak üzere pasajın üst katındaki dükkâna bir uğrayışında siyah gözlük çerçeveli, siyah balıkçı yaka kazaklı sahaf oğlanla yaptıkları sohbetten çok hoşnut kalırlar, akşam saati dükkânı kapatıp Balık Pasajı içinden Cumhuriyet Meyhanesi’ne giderler. Aynı kıvamda söyleşirlerken, ilerlemiş bir saatte, yan masaların birinden çakırkeyif ile sarhoşluk arası, sınırda bir adam gaaaaayet teklifsiz, sandalyesini çekeleyerek “abla” ile eğlenceli ama derinlikli konuşmalara dalmış sahaf genç arasına yerleşir: “Abla” konuşmayı sever, hayatın, olayların, insanların tahlil edildiği değişik bakış açısıyla konuşanların birbirlerinden çok şey öğrendikleri içeriği olan bilinçli konuşmalara bayılır ve ne yazık ki yarı bilinçli/bilinçsiz sarhoş muhabbetinden hiiiiiç hoşlanmaz, yan masadan dalınan, rastlantısal değil sohbetini test ettiği kişilerle sohbeti sever. Eylemine ayak uydurmakta gecikmeyen oğlanın şaşkın bakışları altında oyalanmadan, sandalye arkasına asılı kabanını giyen “abla” çantasını omzuna asar, çakırkeyif/sarhoş adama …biz de kalkıyorduk, size iyi akşamlar! der ve birlikte çıkarlar. Azıcık kaçan keyiflerini yarım kalan sohbeti tamamlayarak onarmak üzere “abla”nın önerisiyle onun evine giderler.

Hangi arada “abla” hatırlamaz; yemek masası kıyısında cebinden çıkardığı bir şeyle bir şeyler yapan, “abla”nın bakmazsa olmasını engelleyebilecekmiş gibi sırtını döndüğünden görmediği o şeyi büyük olasılıkla burnuna çeken genç adam o dakikadan bu ana dek tanık olmaktan bile tedirginlik duyduğu bu eylemi kayıtlarından silmiş “abla”ya sorar, seni rahatsız eder mi? Elbette! Hem de çok! …demek isterken Hayır, der “abla” beni zorlamadığın sürece senin bileceğin iş! Zorlanma söz konusu değildir ama “abla”, bir ölçüde rahatsız olduğunu, bu sözcüğü kullanarak belirtmeyi seçer. Kullandığı her ne ise, genç adamda bilinçsizlik bir yana taşkınlık olarak bile adlandırılabilecek bir değişiklik yaratmamasına, kendisine hiçbir rahatsızlık vermemesine karşın “abla” bundan hoşlanmaz.

İçkinin de zaman zaman çok can sıkıcı olabilen, değişik bünyelerdeki görünümleri “abla”nın elinde olmaksızın yargıladığı durumlar arasındadır, yeniyetmelikte neyse… Darren Aronofsky’nin Requiem For A Dream filmi, muhteşem müziğiyle de bu konuda gördüğü en iyi filmlerden biridir; uyuşturucu Dünya yüzünde hep vardı der, bilgimiz yeni değil ki, bağımlılıklar yüzünden çekilen bunca acıya ne gerek var?

Yakın geçmişte, beynin renkli resimlerinin çekilmeye başlandığı beyin araştırmalarında, uyuşturucu bağımlıları ile âşıkların beyinlerinin, tatmin/yoksunluk durumlarında aynı bölümlerinin, aynı biçimde renklenmekte, yani aynı tepkileri vermekte olduğu ortaya çıkar! Bağımsızlık konusunda neredeyse bağımlı olan “abla”nın, aşktan uzak kaldığı, uzunca dönem bu şekilde başlar: Mutluluk duygusu yaratan salgıların beyinde salınmaya başlamasından az önceki kritik eşiği farkeder, meselâ bir bakışma anını pas geçerse, aşkı durdurabileceğini iddia eder!

“Abla”nın gözlemlerine dayanarak, çok acılara neden olduğuna tanık olduğu bir diğer bağımlılık biçimi de yaşam tarzına daha da acısı eşyaya olan bağımlılıktır! Hamileliğinin başlangıçında düşük tehdidiyle bir süre evde yatması gerekir, o sürede Yahudi soykırımını konu alan Holocaust’u okur: Sinemada da çok kez işlenmiş, Çingeneleri, solcuları, eşcinselleri… yok etmeyi hedef almış bu büyük trajediyi Yahudiler tarafından anlatan kitaptan “abla”nın aklında kazınıp kalan, kuyruklu büyük piyano! Zengin, güçlü, kültürlü aile, piyanonun, ona sahip olmanın verdiği/neden olduğu psikoloji, aşırı özgüven yüzünden yaklaşan tehlikeyi görmez/görmezden gelirler. Ve tüm bağımlılıkların rutin sonucuna ulaşır, yok olurlar!

Etiketler: , , ,

“Abla” kadının sözünü keser; "bu dayı" der, "biraz fazla ortada, çevrede değil mi? Bunda bir tuhaflık var…"

Bu kez, yüksek ve arkalıklı bar sandalyesi görünümündeki Konsomasyon Taburesi üzerinde minicik bir kadın, gözlerinden göğsüne boncuk boncuk yaşlar yağarken, geniş masada oluklu kartonu çevirip kat yerlerini kör bir bıçakla ezmekle uğraşan “abla”ya anlatmakta; ben de çok gencim daha, ne bileyim? Doğru dürüst sertleşme bile olmuyor… Üstümdekiyle çıkıp gitmişim evden, yardım istemek ne kelime! Hem de kimden? Babamı annemi düşün, tek çocukları ben, seviyorum, onunla evleneceğim diye... Babam da annem de hiç beğenmediler taaa başından ama, ben unuturum bunu zamanla diye üzerime varmadılar… Çok acayip bir şey, soracak kimse yok, o zaman şimdiki gibi değil, kitap yok, TV’de her şeyin konuşulduğu, doktorlara sorulduğu zamanlar değil.

Cam cepheli dükkânın cam kapısı açılır, bir kadın raflarla özenle düzenlenmiş vitrinde gördüğü kumaş kaplı kutunun fiyatını sorar, ağlamaya ara vermiş minik kadın ile işine ara veren “abla”ya iyi akşamlar diler, gider. Sandalyenin tepesinde cezalandırılmış küçük bir okul çocuğu gibi duran minik kadın kim bilir kaçıncısını tükettiği kâğıt mendile yanağından çenesine yol yapmış gözyaşlarını kurulayarak devam eder; çok üzüldüler ama, ne anneme-babama, ne kendime dönüş yolu bırakmadım, zamanla benimserler diye düşündüm…

Dükkânda, sık sık uğradığından, aralarında ahbaplık doğmuş “abla”dan başka kimse yok. “Abla” yine bu derece özele girmeye neden olacak ne yapmış olabilirim? diye düşünmekte, bir yandan da acısını gözyaşlarına yükleyip akıtarak kurtulma derdindeki kadını tedirgin etmemek için yavaş hareketlerle işine devam etmekte…

Onun ailesinden de kimse ile görüşmüyoruz, bir tek dayısı geliyor ara sıra hepsi o! Birden “abla”nın dikkati, üçüncü kez geçen dayı lâfına çekilir; kaçışın planlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli rolü olan dayı!

Hikâye, sessiz hıçkırıklarla devam eder, çocuk olunca annemle babamla barıştık ama, öylesine… Ben halâ herkesin cinsel hayatı aynı sanıyorum, çocuk da nasıl olduysa o arada oldu işte…

“Abla” aklında dayıyı evirip çevirmekle meşgul!

İlgisiz, bazen eve bile gelmiyor, akademisyen ya bu, gören okumuş adam sanır, dayısıyla bizden daha fazla beraber… “Abla” kadının sözünü keser; bu dayı der, biraz fazla ortada, çevrede değil mi? Bunda bir tuhaflık var…

Ensestten söz etmek ister “abla”, aile içi cinsellikte ruhu, en az bedeni kadar yaralanan, başına geleni aklına sığdıramadığı için annesine bile söyleyemeyecek, söyleyemediği çocuğun, güvenerek yaklaştığı, ağabeylerden, amca ve dayılardan söz etmek ister. ...demek ister ki,


...o dayı yıllar boyu hep yanınızda, bunun bir anlamı olmalı, sonuçlarına bakılırsa açıklığa kavuşabilecek bir anlam! Ve “abla” hiçbir şey demez!

Uzuuuun bir sessizlik, kâğıt mendil ve oluklu karton hışırtısı dışında hiç ses yok!

Hava iyice kararmış, “abla” yavaş yavaş silikon tabancasının fişini prizden çekip masayı toparlarken artık ağlamayan küçük kadın da sandalyeden aşağı kayar, başını ağrıttım kusura bakma diyerek özür dilerken “abla”, nerede hata ettim diyerek tüm yaşamını tüketmiş kadının dikkatini yine dayıya çeker. Bilmem der, hiç öyle düşünmedim, o açıdan bakmadım, ama…

Cam kapıdan çıkarken, hıçkırmaktan yorgun düşmüş minik kadın ağlamaktan kısılmış sesiyle, ben der “abla”ya yine şanslıyım, 9 yıl sonra boşanıp kurtuldum, ikinci karısı 16-17 yıl oldu, halâ evliler…

Etiketler: , , ,

“Abla” içinde bulunduğu şartların farklı olması halinde onu, onun kendisini sevdiği gibi seveceğinden emindir!

Annesine, beni dedim karımdan ayırıyorsunuz!… Konsomasyon Taburesi’nde “abla”nın bir arkadaşı: Üniversitedeki sevgilisini, kızın annesinin bu ikisi arasına nasıl girdiğini, ne acılar çektiklerini anlatmakta… Böyle durumları dinlemede, avutmakta çok deneyimlidir “abla”, o kadar çok giriş, gelişme, sonuç biçimli aşk hikayesi dinlemiştir ki... Neredeyse doğuştan terapisttir, orada olmadıklarından kendilerini savunma hakkı bulamayanların gönüllü avukatıdır; düğümlenen ilişkiler için çözüm, kitap, doktor, ağır vak’alarda psikolog önerir, karşı tarafın kızın/oğlanın neden böyle davran(ma)dığını, niye şöyle şöyle de(me)diğini, niçin kendisini sürekli sınadığını, telefonu suratına kapadığını, inatla kısa etek giydiğini, elini tutturmadığını… şikayetçi tarafla birlikte anlamaya çalışırlar. Gerdek gecesi doğum kontrolü ile ilgili olarak dahi başvurulmuşluğu vardır.

Karım dedim ya, ötesi var mı, karım!… İş arkadaşı Eskişehir’den İstanbul’a dönmüş, üzerinden epey zaman geçmiş ama ayrılık acısından belli ki sıyrılamamış. “Abla” araya giren anne hakkında sorular sorar, neden böyle davrandığını anlamaya çalışırlar; çözüm annesinin otoritesini aşıp bir seçim yapamayan kız/sevgilide görünür. Orada da donar!

“Abla”nın çantasını koyduğu çekmeceli alçak dolap, sandalye, masası önündeki büro koltuğu, kalorifer peteği, çömelerek duvarın dibi gibi değişik kullanımları olan Konsomasyon Taburesi, arkadaşlarının, uzanmayıp oturdukları, dinleyenin profesyonel değil, kelin merhemi olsa kendi kafasına sürer türden amatör olduğu kesin, bir tür terapi divanıdır. Her nasılsa dertlerinin dermanı gördükleri “abla”ya kendilerini, sevgilerini, hayal kırıklıklarını içtenlikle anlatırlar, en içten itiraflar, ortaya dökülen o en saf hal, tarafları birbirlerine yaklaştırır ve ara sıra beklenmedik iş kazaları yaşanır; bu yakınlık büyük bir sevgiye dönüşür. Hoşlanmadıkları, canlarını sıkan şeyler de söylediği halde “abla”yı, yapmak istemedikleri yüzleşme işini yaptığından mıdır nedir? severler.

Bu büyük sevginin aşkla karıştırıldığı da olur, aşk olduğu da… Annelerinin, üşenmeyip sizi çok anlatıyor da!.. diye telaş içinde, çok genç oğullarının şefi Fatoş Hanım’la tanışmaya geldikleri birkaç vak’a vardır.

Eskişehir’den gelen genç adam, bir ihtimal “abla”yı yitirdiği sevgili yerine kor, boş çerçeveyi onunla doldurur, “abla”yı sever. Kalabalık arkadaş grubu içinde, büyük içtenlikle bunu güm! diye söyleyecek kadar dürüst ve iyi niyetlidir. “Abla” da onu sevdiğini aynı grup içinde aynı şartlarda bildirir, bir farkla, “abla” evli ve çocukludur, onun sevgisi sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapmayacaksın ahlâk anlayışı gereği, arkadaşça sevgidir! Kocası, görümcesiyle görmeye gittiklerinde işemek için şeyimi aradığımda bulamıyorum! diye ifade ettiği kadar soğuk Kırkağaç’ta, 4.5 aylık kısa dönem askerdir. Babasının memuriyeti dolayısıyla kaldığı lojmanda, kızı, ona bakan anneannesi, babası beraber kalırlar.

Zaman geçer…

“Abla”nın arkadaşça sevdiği genç adam İngiltere’ye gider, evlenir.

Zaman geçmeye devam eder…

“Abla” ilk eşinden ayrılır.

Londra’da bir grafik bürosu kurup yaşamını yoluna sokan arkadaşı “abla”nın gelip kendisiyle çalışması için öneride bulunur ama “abla”nın gelişimini/hızını kontrol edemediği ikinci evliliği buna engel olur, bir yıl sonra da onun tarafından terk edilir.

Uzuuuun yıllar içinde, üç-dört kez mektuplaşırlar. İkinci kez terk edilmenin yıkımını atlatmaya çalışan “abla” son mektuplarından birinde olayların gelişimi üzerine nasıl bir analiz yaptıysa, mektubun ulaştığı sabah işyerinden onu arayan arkadaşı beni der niye buraya yolladın? O yıllar boyunca sevmeye devam ettiği “abla” ne cevap versin? …demek isterdim!’i bile olmayan, acıklı bir hikâye… Bitmez!

Zaman geçmeye devam etmeye devam eder…


“Abla”nın arkadaşı Thatcher politikalarının kurbanı olur, işleri bozulur, grafik yanında başka işlerle hayatını kazanmaya çalışırken evliliği zora girer, eşinden ayrılır.

İstanbul’daki ailesini görmeye bir gelişinde, eski iş arkadaşları bir araya gelir ve artık genç olmayan adam “abla” ile ilgili eski hikâyeyi yeniden gündeme getirmek ister… Ne var ki “abla” da genç değildir, yılgındır, dahası ona âşık değildir.

Zaman geçmeye devam etmeye devam etmeye devam eder…

Belek’te bağlantılı çalıştığı otellerden birinin girişinde açması için önayak olduğu, el yapımı kart sergisi için “abla”ya, kızıyla beraber yardımcı olur, panoları hazırlarlar. Çocuklar büyümekte, ne güzel! derken, çevrelerinde dolanan, kızından bir kaç yaş büyük bir otel çalışanı “abla”nın arkadaşına aşık… Güzel masum bir kız, masum bir aşk… “Abla” arkadaşını, biraz da kendi paçasını kurtarma derdiyle, kızın ilgisini geri çevirmemesi yolunda yüreklendirir. O kadar genç bir kadınla yeni bir yola çıkacak gücü yok gibi görünse de, kızın masum bakışlarının da etkisiyle bir süre sonra evlenirler.

Her zaman en yakın erkek arkadaşı, pek çok konuda yardımcısı olmuş, bir dönem en büyük hayallerinden biri ilk elyapımı kart sergisinin gerçekleşmesini sağlamış bu adam hakkında düşündüğünde “abla”, içinde bulunduğu şartların farklı olması halinde onu, onun kendisini sevdiği gibi seveceğinden emindir, kaçırdığı trenlerden birinin de bu olup olmadığını, hep merak eder.

Etiketler: , ,

Kalabalık, bir de marş eşliğind,e okyanus gibi dalgalanmaya başlamasın mı? Bu kadarı yeter! der “abla"...

1984-85 yıllarında bir gün, yakın bir arkadaşı “abla”yı evlerine, ağabeyinin düzenlediği bir toplantıya çağırır. Ağabeyin bir arkadaşı, davetliler belli bir sayıya ulaşınca, beyaz sunum tahtasında renkli kalemlerle, gayet akla yakın bir pazarlama işi anlatır. İş kolay görünür, para sıkıntısı çeken, çenesi de kuvvetli olan “abla” ilgilenir. Bir toplantı da kendi evinde düzenler, arkadaşının ağabeyinin arkadaşı bey (A.A.A.B.) gelir aynı sunumu bu kez “abla”nın evinde tekrarlar, çok ilgilenen olmaz ama “abla”, hep parasızlıktan şikayet ediyorsun, al sana fırsat! der kendi kendine ve ufak ufak bir kenarından başlar… Başlar ama bir şey içine sinmez.

Satış piramidinde “abla”nın başarısı, bu beye para olarak döneceğinden A.A.A.B. çok yardımcıdır, istediği zaman telefonla arar, her çeşit sorusunu yanıtlar, bu arada çooook paralar kazanılacağını anlatan broşürler, dergiler verir, yaşanmış örnekleri aktarır. Telefon konuşmalarından birinde A.A.A.B., bir gün, kendisine yardım eden karısının belli ki hayallerimize kavuşma sürecini hızlandıralım, derken zorlanıp bebek düşürdüğünü söyler; “abla”nın içine sinmeyen şey biraz daha büyüyüp kıpırdanmaya başlar.

Kimseyi zincire katmayı başaramadığı ama, eşin dostun ürünlerini alarak “abla”yı destekledikleri çalışmalarının üçüncü ayında A.A.A.B., büyük otellerden birinde yapılacak toplantıya gitmesini önerip bir davetiye verir “abla”ya… Boğaza bakan otelin, üzerine oturan kadınlardan kat be kat şık giydirilmiş sandalyelerle dolu koskoca salonunda aynı ruh durumunu paylaşan, coşkulu bir kalabalık! Kendini eğreti hissederek bir kenara ilişen “abla”, toplantıyı izler; satış taktikleri konuşulur, sorular yanıtlanır, başarılı kişiler, başarıya giden yolun, taş ve dikenlerden nasıl temizleneceğini kendi deneyimlerine dayanarak anlatırlar.


Ana konu paradır, çok para kazanılacaktır, en büyük hayâliniz nedir? diye sorar kürsüdekiler, ...evet! işte o da, evet evet! bu da yapılacak kadar çok para… “Abla”nın içinde büyümekte olan sinmeme duygusu hafiften bulantıya dönmekte, aklında, bu koşuda bebeğini düşüren kadın… Kürsüde biri okyanusta bir ada satın almaktan söz eder, deriiin bir soluk almasına kalmadan, kalabalık, bir marş eşliğinde okyanus gibi dalgalanmaya başlamasın mı? Bu kadarı yeter! der “abla”, yerinden kalkar, kalabalık dalgalanadursun o, üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına sakin, Akaretler’den Beşiktaş’a denizi koklaya koklaya iner. Ve demek ister ki!

Okyanusta bir ada satın alma hayâliyle, az aşağıdaki denizden vazgeçmenin neresi akıllıca yatırım? Hayâl bir zamanda, okyanustaki hayâl adama, hayâl uçağımla gideceğime, hakîkat 20 dakikada, hakîkat Beşiktaş İskelesi’ne, yürümeyi seven öz be öz hakîki ayaklarımla inerim, hakîki çay ısmarlar çıtır simidimle yerim, ne güzel!

Etiketler: ,

"Abla" yumuşak, lezzetli bir parça ikram eden çocuğa sorar "hangi develeri kesiyorlar, yenilenler mi ekmek arası yeniliyor?"

5YTL’lik Bvlgari’nin arada durması yüzünden 10:00 servisine son dakikada yetişen “abla”nın, günler önce Karaağaç Köyü’nde gördüğü süslü develerin, güreşler öncesi bir çeşit reklam amacıyla, köy köy dolaştırıldığını öğrenip hiç deve güreşi görmediğini belirtmesi üzerine, kendisine Burhaniye’deki güreşin tarihini bildiren şoför Halil Ağabey’in deve güreşine mi? sorusunu başını sallayarak yanıtlar.

Burhaniye girişindeki panoda 4. Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Festivali 26-27 Ocak 2008 yazılı. Cumartesi resim-seramik sergisi açılışı, söyleşiler ve “abla”nın kaçırdığına pek üzüldüğü zeytinyağlı yemek yarışması yapılmış, deve güreşleri Pazara kalmış… Hafif puslu, durgun havada, eski zeytinyağı fabrikası arkasından gelen hoparlör yankısına doğru yürüyen kalabalığa karışan “abla” girişi kesmiş iki zabıtanın önüne yığılmış delikanlılara …köylü möylü anlamam! diyeninden 10 YTL’ye bir giriş bileti alıp bariyeri aşar. Aşar aşmaz da yoğun bir deve sucuğu dumanında yolunu yitirir. Alman şart değil abla diyerek yumuşak, lezzetli bir parça ikram eden tezgâhtan hangi develeri kesiyorlar, yenilenler mi ekmek arası yeniliyor? sorusuyla yarım ekmek arası sucuk alırken, siparişlere yetişmeye çalışan çocuktan bir devenin 7 yaşından önce kesilmediğini öğrenir.

Bir kanadı kapalı kapıdan biletini verip avluya giren “abla”, güreşlerin başlamış olduğunu görür. Sucuk mangallarından uzakta bir yer ararken 5-10 kişi bir su tankeri üzerine yerleşmiş, yanında traktör römorkuna sofra kurmuş grupları geçip kasasından anonsun, çekimlerin yapıldığı kamyonun yanında karar kılar, omuzlar arasından uzanarak izler. Omuzların önünde plastik sandalyelerde oturan iki-üç sıra adam, onların önünde de güreşin yapıldığı geniş toprak meydan… Kamyonun az ötesindeki geçitten, üzerlerinde boncuklarla işli süslü örtüler, reklam panoları, koca birer çan ve köpüklerin çıktığı ağızlarında örme birer burunsalıkla develer gelmekte. Meydanda, güreşen deveden çok turuncu yeleklerinin sırtında AYIRICILAR yazılı görevli var. “Abla”nın anladığına göre ağızları bağlı hayvanlar birbirlerinin boynuna dolanıp –buna makasa alma deniyor- biri diğerini yere çökertince galip sayılıyor.


Anons, Borabey, Çakırefe, Çılgındeniz, Tsunami gibi isimler, isimlere uyaklı maniler eklenerek sürmekte: Bir ana çocuğunu kaybetti ağladı / Bergama’dan Erdemefe, Karaağaç’tan Türkoğlu’nu bağladı derken sunucu bir yandan da her biri 15’er dakikalık güreşleri yönetmekte. Bilmemkim, ağabeyin ön kapıda… biçiminde duyuru, gelenleri bilmemne Ağa aramıza katılmıştır, kendisine hoşgeldin diyoruz, saygılar… şeklinde karşılama, Edremit’ten 1. İdalı, rakibin Sancaktar seni beklemekte, Çanakkale Çan’dan Baranbey, rakibin Çılgınfatih beklemekte, hakkını kaybediyorsun! diyerek uyarılar yapmakta…

Yaşlı bir adam, deri rahlesini açar, oturur ve “abla” rahat izleme durumuna geçer, demeye kalmadan birbirlerini makasa almaya çalışan Sözay’la Kadirağa “abla”nın bulunduğu tarafa doğru yönelince kalabalık, önde oturanlar da dahil, yerlerinden fırlayıp geriye doğru kaçışır. Tel örgüden önce durdurulan hayvanlar meydanın ortasına çekilir, öndekiler yerleşirken “abla”nın sağından biri öne seslenir, enişteeee, hem oturuyonuz, hem kaçıyonuz!

Anons, Pelitköy’ün favorilerini duyurur: Armağan, Ufuk, Afacan, Karatufan!.. devamla beheri 15YTL’den satılan, karayağız bir oğlanın “abla”ya demesine göre garantili! çekimleri yapan videocuların listesi, ardından Ezine, Çan, Bozdağ ve 24 Şubat’ta yapılacak olan, deve güreşlerinin Kırkpınar’ı Altınova’nın duyurusu yapılır.

Kaymakam Bey’e, Belediye Başkanı’na hoşgeldin faslının arkasından bu kez Cesibaba ile güreşen Tuna bir kez daha “abla”nın bulunduğu yöne hamle eder, millet kaçışır, Cesibaba kendini bağlatmaz, Tuna baskın gelince meydandan kaçan Cesibaba’nın yenik ilan edilmesi üzerine soldan bir yorum; iki sene beslersin, bi de böyle kaçar! Bu arada Cihanefe’yle Cenk, Faytoncu’yla Gizliefsane kapışır ama fazla heyecan bulamayan ahali ver coşkuyu diyerek alkış talebeden sunucuya pek iltifat etmez. Benim içime düşmüştü yanan bir kor / Çanakkale Çan’dan İmparator diyerek maniler eşliğinde üstündeki örtünün rengi, sahibi ve geldiği yerle sunulan develerden ikisinin birbiri etrafında epey bir dönmeleri üzerine Şekerciler satar idi nane / Boncuk’la Gümüş son makasta pervane diyerek berabere biten güreşi sonlandırır.

13:00’ten sonra başa güreşecek Gençosman, Sılacan, Reis, Delice, Mehmetefe… meydana çıkarken dönüş yoluna geçen “abla” davul zurna eşliğinde harika zeybek oynayan pehlivan görünümlü iki adamı izler bir süre… Çıkışa doğru ilerlerken sucuk mangalları yanında kurulmuş sofralarda rakı da görünce keyfin böylesine hayran kalır. Kapıya yakın bir platformda, üzerinde CO2 Küresel Isınma, Maden Yasasına Hayır! Kazdağları va Madra Çevre Platformu yazan başı hareketli bir deve maketine bakarken birkaç tanıdık yüz!

“Abla” kupayı kimin aldığını öğrenecek kadar kalamaz, evine dönmek üzere 13:30 servisine biner, nasıl bulduğunu soran Halil Ağabey’e memnuniyetini bildirir. Dönüş yolunda, Karaağaç Köyü içinde bir bez afiş daha: Kazdağları’nın üstü, Altından daha kıymetlidir! Ne kadar güzel!

İki saat boyunca, rakı unsuru da hesaba katılırsa, en ufak bir rahatsızlık duymadan sağduyulu, geleneklerine bağlı, eğlenmeyi bilen, güzel insanlarımız içinde huzurla güreşi izleyebilen “abla”nın aklına ortalığı, türbandı, mescitti, derbiydi, trendiydi, kimin eli kimin cebindeydi… diye bulandırıp, bulandırdıkları sularda kimbilir ne balıklar avlayanlar gelir ve demek ister ki!

Her gün biraz daha hızlan(dırıl)an hayatta, bir şeyler daha gözden kaç(ırıl)arak, bunu hayat sanarak yaşarken, gürültü patırtı arasında yüreğimizin sesini duyabileceğimiz sessizliği, içinde gerçeği, güzelliği fark edebileceğimiz sadeliği seçmek yerine, daha hızlı, daha fazla fonksiyonlu, şunu, şunu bir de bunu yapan şeyler edinme uğruna, sevmeye bile zaman ayır(a)mayıp, hayat “sadece hayat”tan vazgeçmeye, ne gerek var?

Etiketler: , , ,

Kendini bildi bileli “abla”, yıldızlara bakmaya ve oradan da birinin kendisine bakmakta olduğunu düşünmeye bayılır.

Erich Von Daniken’in, Milliyet Yayınları’ndan çıkan, ilk baskısını yutar gibi okuduğu Tanrıların Arabaları’nın, kardeşler ve birçok arkadaş tarafından da okunduğundan, arkasında 15 TL yazan harap kapak içinde, baskı tarihi belli değil… Ocak 1974’te ilk baskısı yapılan ikinci kitap Yıldızlara Dönüş’ün arkasındaki listede, ilk kitabın 25 baskıya ulaştığı bilgisi var. Ardısıra gelen tüm Daniken kitaplarını okuyan “abla”nın bu konuda okuduğu son kitap, Zecharia Sitchin’in Dünya Tarihçesi dizisinin 6. kitabı Zaman Başlarken olur.

UFO konusuna alayla yaklaşan bir arkadaşını, evrende yalnızca biz varız düşüncesindeki kibir yüzünden haşladıktan bir zaman sonra, 1985 sonbaharında, Beşiktaş’ta işyerleri olan binanın terasından, “abla”nın, ikinci koca adayı ve arkadaşlarıyla, tam karşıda Üsküdar üzerindeki UFO’yu tüm ayrıntı ve görkemiyle uzun uzun gözlemişliği vardır. Biz buradaysak, der birileri de oralardadır!

Kendini, “abla”nın yaşamında istediği ama ekonomik gücü elvermediği, her şeyi yapmakla yükümlü sanan küçük kızkardeşi birgün ona, üzerinde Türkiye 1. Uluslararası UFO Kongresi, 20-21 Şubat 1999 İstanbul, yazılı iki bilet verir: İki günlük sempozyum, Sirius UFO Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi Derneği’nce düzenlenmiş dört dörtlük bir organizasyon… Allah’ın sevgili bir kulu olduğu, yanı sıra gezip isteklerini yerine getiren küçük kızkardeş kılığındaki meleğin, bu eylemiyle bir kez daha kanıtlanan “abla”, Lütfü Kırdar’da Daniken’in de aralarında olduğu dünyanın ünlü nükleer fizikçi, kozmonot, Nasa’dan bir astronot, bir psikoloji profesörü, araştırmacı yazarları dinleyecek! Muhteşem!

J. Churchward’ın, Atatürk’ün de çevirtip okuduğu nüshası Anıtkabir Kitaplığı’nda saklı, dört ciltlik Kayıp Kıta Mu serisini, Atlantis’le ilgili birkaç kitap, en beğendiklerinden Robert Temple’ın Sirius Gizemi’ni, kutsal kitapları… okur “abla” ve okudukça kâni olur. Ve bu konuya halâ alaycı bir ifadeyle yaklaşanlara demek ister ki!

Evrende birçok yaşam (biçimi) var, zaman içinde teknolojisi elveren gidip diğerlerini yoklamakta… Bir kısmı uygarlık getirmiş, diğerleri yeraltı zenginliklerini kendi gezegenlerine aktarmışlar, bir bölümü her ikisini aynı zaman diliminde yapmış, aynen şimdi bizim yaptığımız gibi… Ve sorar, gücümüz yettiğinde, kaynaklarımızı, dünyayı yaşanır olmaktan hızla uzaklaştıran çevre sorunlarına aktarmak yerine, yaşanacak, kolonileştirecek yeni yerler aramaya uzaya açılmadık mı?

Etiketler:

"Cinsellik" çevresinde dolandıkları bir gün, iki kadın terapistten biri "birer penis versek, ne dersiniz?" diyerek Freud tarzı âni bir çıkış yapar!

80’li yılların sonunda, evliliklerinin bir yıl, bir ay, 10 günü geride kalırken annesiyle konuşup eve dönmeye karar verdiğini “abla”ya tebliğ eden ikinci eşi, siz konuşup uygun gördüyseniz... yanıtı üzerine evi terkeder; iki ay sonra n’olur geri döneyim, talebiyle Teşvikiye Saray Muhallebicisi’nin mermer masalarından birine yağmur gibi gözyaşı dökmek üzere... “Abla”, evi terketme kararı aldığı zaman ikinci eşin reddettiği, istersen git bir süre annenin yanında kal önerisini hatırlatarak evinin bekleme salonu olmadığını belirtir, konu kapanır.

Az bir zaman arayla sona eren iki evliliğin neden olduğu depresyonda “abla”, otomatiğe bağladığı, banliyö treni düzenindeki yaşamını sürdürürken, bir gün gazetede küçük bir ilan görür, gider görüşür; kendi bütçesini aştığından annesinin finanse ettiği grup terapilerine başlar.

Abide-i Hürriyet Caddesi 102-104 numarada, bir çatı katında her Perşembe saat 20:00’de çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bir grup biraraya gelir, hayatın önlerine yığdığı, ağırlıklı olarak libido kaynaklı sorunlarını çözmeye çalışırlar. Bu gruptan, kavgacı olduğu iddia edilen tabiatı dolayısıyla terapiye devam eden çok sevgili bir arkadaş da edinen “abla”nın meselesi, birbirinden tamamen farklı karakterde iki koca ile nasıl olmuştur da evliliği başaramamıştır? Evliliğin tek kişinin değil, iki kişinin çabasıyla başarılabileceği, sorumluluğun tümünün hiiiç de tamamıyla kendisine ait olmadığı bilgisine ulaşıp, onu içselleştirene dek mendil ıslattığı epey seans gerekir. Bu çalışmalar boyunca, kenarından dolaşsalar da kadınlar sık sık cinsellikleri ile yüzleşmek zorunda bırakılır/kalırlar.

"Abla"nın aralarında olduğu kafa dengi bir kaç kadının buluşarak, uygun insanlarla tanışabilmek için, ürettikleri, hayata geçirilmeyen, bir posta kutusu kiralayıp, ilan verip mektuplaşma projesi bile gündeme gelmiştir. Arada toplanıp nezih barlara giderler, yanlış anlaşılmak için gittikleri barlarda yanlış anlaşılmamak için biz sizin bildiğiniz kadınlardan değiliz ifadesiyle içkilerini içip vakitli vakitli evlerine dönerler.

Aşmaları gereken, genlerine işlemiş kodlarından, eğitimlerinden, ön yargılarından kaynaklanan dağlarca engel varken cılız girişimleri, liseli kızlarınkinden cüretkâr olmaz! Yine bu konu çevresinde dolandıkları bir gün, iki kadın terapistten biri size birer penis versek, ne dersiniz? diyerek Freud tarzı, âni bir çıkış yapar! Ortalık karışır, kadınların çoğu değil kendisinden, isminden dahi mahçup bağrışırlar, her kafadan bir ses çıkar. “Abla”nın gözlemine göre profesyonel beklentinin aksine bir penisleri olmadığı için pek de kıskançlık içinde görünmeyen kadınların herbiri kendince yaklaşır konuya... “Abla” demek ister ve sırası geldiğinde der ki,...öteki ucunda seven, şefkatli bir erkek takılıysa neden olmasın?

Etiketler: , ,

“Abla” kendini şişman bulanlardandır. Zaman geçer, 90-60-90 olma zorunluluğu geçmez.

“Abla” kendini şişman bulanlardandır. Kupkuru olduğu halde yediği her lokmayla pişmanlık ateşlerinde kavrulanlar gibi değildir çok şükür!, çok daha makûldür bu konuda. Kendisini, soğuk deniz mensubu balıketi olarak tanımlamayı daha uygun bulur.

Gençkızlığa geçiş sırasında kebap diyarı Kilis’te bulunmalarının bariz bir etkisi olmuştur üç kızkardeş üzerinde ama o, ötekiler kadar yediğin erikleri say!, naylonlara bürün güneşe yat!, bilmemne suyu iç!, talimatlarına uymaz. O hep içinden gelen sese uyup mutsuz bir sıska olmaktansa mutlu bir tombul olmaktan yana kullanır tercihini.

Lisenin ilk yılında birbirlerine yana yakıla tutuldukları ilk kocası “abla”yı çok sever; babasının tayin olup gideceği ihtimali üzerine bağıra çağıra hüngür hüngür ağlamışlığı vardır ama, elden ne gelir, Venüs etkisinde bir Terazi’dir ve "abla" zayıflamalıdır! Kalbindeki kırıklık, bedenine küskünlükten başka bir sonuç getirmez ne yazık, sevgilinin, seni çok seviyorum ama 10 kg eksiğinle tavrı... “Abla”nın kendisini kendisine küstüren sevgiliden vazgeçmeye başlaması belki de o günlere dayanır... Bu çok mümkün!

Zaman geçer, 90-60-90 olma zorunluluğu geçmez. 90 yaşını aşmış halasından aldığı göbeği, genç kızlığından bu yana başına bela iri göğüsleriyle mücehhez bedeni; ağır adet sancılarına, bir düşüğe, Çernobil Felaketi sırasında yaşadığı sonlandırılması gereken tuhaf hamileliğe, ölmeyi dilediği bir zaman aralığına denk geldiğinden narkozdan zor uyandırdıkları bademcik operasyonuna, ailece arabayla bayır aşağı yuvarlandıkları trafik kazasına, 8 saat süren sancı ile normal doğum yapmanın acısına... dayanır. Hiiiç sızlanmadan dayanır!

Güzel günler de paylaşır bedeniyle “abla”; sevgiliyle birlikte olmanın, dokunmanın güzelliğini, bir dosta sıkı sıkı sarılmanın boyutlararası ihtişamını, soğuk havadan sıcacık bir yere girmenin, babasının yaptığından elbasan tavanın, rakının, bitter çikolatanın, kirazın tadını, üşümüş ayaklarını sobaya uzatıp ısıtmanın güzelliğini, yağmur sonrası toprağın, kayalara vurup köpüren denizin, hanımelinin, iğdenin, irisin kokusunu, Sad Lisa’yı, Endülüs’ü, Simone Dolidze’yi içine akarken dinlemeyi, kızının gözünde mutluluğu, yıldızların ışıltısını, iki bebek kedinin boğuşmasını izlemeyi... ve bedenine demek ister ki!

Aynadaki görünüşün ne olursa olsun, sen benim en iyi dostumsun! Dünyadaki yaşamımı senin sayende sürdürüyorum, sevdiğini söyleyip sonsuza dek! sözleri veren pek çoğu gelip gitti, sen beni terketmedin, beni terketmeni istediğimde bile... Hep sağlıklı, hep güçlü olarak beni bu güne taşıdığın, doğruyu eğriden ayırmayı eninde sonunda başarmamı sağlayan aklımı, kırıldıkça onarıp yeniden sevmemi sağladığın yüreğimi barındırdığın için çok teşekkür ederim!

Etiketler: , ,

Metin yazarının koca spor ayakkabısı üstünde bağcıklarıyla oynamasını izleyen "abla"nın direnci kırılır, Karapati'ye vurulur, alır eve getirir!

90'lı yılların başında çalıştığı, eski solcu beş patronlu işyerinde, üç kişilik iş çıkarması beklenen "abla"nın, bilgisayar başında didindiği gergin bir günün sonunda, bu beş patrondan en çocuksu yaradılışlı olanı gelir ve klavyenin yanına minicik harika bir bebek kedi bırakır! Bu; Ajans kârının katlanışının, ücretlerde, su+ekmek değerindeki yemek fişlerinde en ufak bir değişiklik yaratmazken, modelleri güncellenip irileşen patron arabalarının sığmadığı küçük arka bahçede bulduğu iki bebek kediden biridir.

Çocuksu yaradılışlı patron iki kardeş bebek kediyi evine götürür, yaklaşık sekiz ay sonra birbirinin aynısı 8 tane olarak, boyunlarında sarı kurdelelerle şık bir sepet içinde geri getirir; ensest ürünü muhteşem güzellikte 8 bebek kedi!

Evde, ölü doğan kardeşlerinden sonra yapılan kürtajdan artakalıp salimen doğduğu için adı Lucky olan "abla"nın sevgili kedisi vardır, bir ikincisi fikrine yanaşmaz. Yanaşmaz ama, bumerang örneği kapılandığı iki adresten yaramazlığı yüzünden geri gönderilen bir bebek kedinin, metin yazarının koca spor ayakkabısı üzerinde bağcıklarıyla oynayışını izleyen "abla"nın direnci kırılır, Karapati'ye vurulur, alır eve getirir...

Hemen hemen aynı zamanlarda, mevsim bahar, "abla" ile çocuksu yaradılışlı patron bir çalışma sırasında birbirlerinin feromon menzili içine girmiş olmalılar ki sevdaya yolaçan bir yakınlık doğar. Adam evlidir ama yaradılışı yüzünden eğilimini gizlemeyi bilmez, beceremez. Açıktan hiçbir şey söylemez ise de "abla"nın panosuna Almanca koca harflerle sen beni sevmiyorsun! yazılı desenler getirip yapıştırır, kendince uygun durumlar yaratır, çalışırken "abla"yı videoya kaydeder, derlediği müziklerin kasetlerini hediye eder.... Aynı duyguları taşısa da "abla" temkinli davranır, işemri almaya odasına gitmesi gerektiğinde oyalanmaz, kahve tekliflerini geri çevirir, zordur, kişilik edinip güçlenmesin diye isimlendirmediği "id"iyle boğuşması gerekir, çok zorlanır...

Duygularını bir çocuğun pervasızlığıyla ortaya koyan, elini istediğine hiiiiç düşünmeden uzatan bu çocuk adama "abla" demek ister ki!
Ben de sizi seviyorum, hem de çok! Ama hiç kimsenin bu yüzden üzülmesini istemiyorum, en çok da Fatoş'un üzülmesini istemiyorum!

Etiketler: ,

"Abla" küçük kardeşini anlatır: Özgürlüğüne çok düşkündür! Bir insanla evlenme fikrine yanaşmaz, iki güzel beyaz kedisiyle evlidir ve çok da mutludur.

1962 yılı Aralık ayının 10. gününün ilk saatleri! Marmaris'te gece 24:00'ten sonra elektrikler kesik, opalin gaz lambası ve bir gemici feneri aydınlığında, evdeki telaş yüzünden uyanık 4.5 yaşındaki "abla" kapının aralığından izler: Yere serili bir yatak üzerine hâki renkli muşamba serilir, üzerine temiz beyaz bir çarşaf... Sonra "abla" ve kız kardeşi komşu teyzeye götürülürler, eve döndüklerinde üç kızkardeş olmuşlardır!

İlk iki kızdan sonraki bebekleri aldırır anne ve son olarak, halanın, oğlan olacağını iddia edip adını da Osman olarak belirlediği bebeği doğurur: Sarışın, kaşları seçilmeyen pek de güzel olmayan bir kız bebek!

Sessizce büyür, ablalarının oyunlarında fasülyeden rollerle yetinir, dia çekme meraklısı babasının gözde/kaprisli modelidir, fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmaz, aslan yatağından bellidir! diyen babasına lâyık muntazam bir okul dolabı vardır. Temiz, hattâ titizdir: Yatağına kimse oturamaz, sokağa da çıkabilen kediler dışında!.. Derslerinde başarılıdır, problem çıkarmaz, "abla"nın yarattığı anarşi ortamında farkedilmeden büyür, liseyi bitirir, ODTÜ'yü kazanır, Ankara'ya gider, bitirince İstanbul'da yaşamaya karar verir, döner.

O ara "abla"nın gazetede gördüğü 1 sütuna iki parmak haber üzerine, o yıllarda 26 yaş sınırı olan Interrail ile Avrupa'yı dolaşmak üzere annesiyle "abla"nın Sirkeci'den tek başına! yolculadıkları küçükkızkardeş,1 aylığına yola düşer. Patlak bir bavulla yanmış ve zayıflamış olarak döner ama bu sadece bir başlangıçtır: Küçük kızkardeş sistemli biçimde dünyayı gezmeye başlar!

Demesine göre yükselen burcu terazi yüzünden adalet duygusu çok yüksektir, bu yüzden ablalarının geride kalmalarına içi elvermez, kısa zaman içinde yurtiçinde ve dışında, maddi manevi her türlü angaryayı yüklenir, planlar ve tüm gezilere beraberce gidilir... Ablalarının, katır performansı gerektirdiğinden olsa gerek, pek iltifat etmediği Kaçkarlar'da zirve, Macahel yaylalarında kamp türünden olanları yada Güney Afrika, Güneydoğu Asya gibi fazla heves göstermedikleri gezileri tek başına yapar ve çektiği güzel fotoğraflarla ablalarını macerasına ortak eder!

Özgürlüğüne çok düşkündür! Bir insanla evlenme fikrine yanaşmaz, iki güzel beyaz kedisiyle evlidir ve çok da mutludur. "Abla" ile aynı tarz esprilere güler, ortancayı ise sonsuz dinleme kapasitesine sahiptir!

45. doğum günü şerefine sarı uzun güzel saçlarını kızıla çevirdiğini öğrendiği, iri yeşil gözlü bu güzel kadına, güzel küçük kızkardeşine "abla" demek ister ki!
kardeşim olduğun için, beraber büyüme mutluluğunu paylaştığımız için, yaşamıma kattığın tüm değerler, her türlü desteğin için sana çok teşekkür ederim.

Etiketler: , ,

Sonra T. Z. Tunaya Kültür Merkezi'ne dönüşen Beyoğlu Evlendirme Dairesi, 1986 yılının 3. günü, kız ve oğlan tarafınca doldurulmuş, herşey normal!

Anneme dedim ki ona şıllık* deme, o benim karım olacak! "Abla"nın ikinci eşi, niyetini "abla"dan önce annesine açtığında beklenen tepkiyi gösteren kadın, oğlunun kararlılığı karşısında şıllıkla tanışmak ister: Önce Bakırköy Tren İstasyonu'na kızını gönderir, ayaküstü bir tanışma ve "abla"ya yöneltilen niyetiniz ciddi mi? sorusu ile bir keşif yaptırır. Genç bir adamın, üstelik bir iş arkadaşının beklemediği ilgisine uğramış, annesinin aman ha! dul kadınsın dikkatli ol! uyarısı, eski eşinin yengesinin bile kızım, bir torba kemik olsun, nikâhı altında ol! lâfı kulağında, kafası karışık "abla" ne desin? Öyle görünüyor! der, ki bu en doğru cevaptır, çünkü ikinci evliliği tümüyle "abla"nın kontrolü dışında gelişir!

Aile ile ikinci temas, anneyle bir çay bahçesinde buluşma biçiminde gerçekleşir; şıllıklıkla uzak yakın bir ilgisi olmadığını kanıtlamak istercesine açık mavi bir etek, dantel yakalı mavi beyaz çiçekli bir bluz, beyaz ayakkabı-çanta ile buluşmaya giden "abla"nın fazla konuşmasına gerek kalmaz, o ne kadar niyetli görünmese, oğlan o kadar heveslidir!

Hevesli aday, "abla"nın o aralar kızkardeşi ve kızıyla oturdukları eve, küçük kızı sevindiren ziyaretler yapmaktadır ve birşey, içinden bir ses, "abla"nın henüz tanışmamış oldukları için Basiret Hanım olduğunu bilmediği ses hayır! demektedir, hayır!

Çevresinde, çocuklu dul bir kadın olarak bekâr genç bir adam kapmış olması belli bir hayranlık uyandırır, desteklenir; arada babaanneye, ailenin diğer fertlerine, hevesli adayın arkadaşlarına tanıştırılan "abla" tam not alır görünmektedir: Ses sürer; hayır!

Bilincinin derinliklerinde yapmakta olduğu kaçma planları, birgün, bakkalın ettiği tek cümle ile yerle bir olur: Ağabey der adam, epeydir ortalarda görünmüyor? Dayanaması güç sıkı takip altında, gider kırık beyaz ipek alır, ikinci gelin giysisini diksin diye annesinin kuzenine bırakır. İlk provadan çıkıp durağa yürürken, spor yapan birkaç kişiyi durdurup, yardım istemeyi düşünecek kadar paniğe kapılmıştır "abla"! Bunu yerine ertesi sabah mahkemeye başvururlar; iddet müddeti denen 90 günlük süre bitmeden evlenmek istediklerinden "abla"nın bir önceki eşinden hamile olup olmadığının saptanması gerekmektedir: Eline gebelik araştırması için bir miktar idrar koyması gereken plastik kap verirler ve koluna da bir damga basarlar, ses yüksek perdeden devam eder; hayır!

Sonradan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ne dönüşen, "abla"nın anne babasının da evlendiği Beyoğlu Evlendirme Dairesi, 1986 yılının 3. günü, kız ve oğlan tarafınca doldurulmuş, görünürde herşey normal... Ses dışında! O artık, yanıp sönmekte olan parlak renkli neon ışıklarına dönüşmüş! Aklının içinde, yüreğinde cayır cayır, canını yakan parıltılı neon ışıkları HAYIR! HAYIR! diye yanıp sönerken ve çok çok özür dilerim, biliyorum bir sürü masraf yapıldı, hepinizi buraya kadar yordum, zamanınızı aldım ama benim içime sinmiyor, lütfen beni affedin! Hayır!
...demek isterken
,
memur sorar, "abla" cevaplar; evet!

*Ağustos 1999'daki tam güneş tutulmasını Hasankeyf'te izlemek için Güneydoğu'ya giden "abla", Adıyaman'da bir lokantada, yerel bir tatlı ile karşılaşır; cıvık hamur saca dökülüp pişirilir, üzerine şerbet dökülür ve çekilmiş ceviz serpilerek sunulur. Bu tatlının adı şıllıktır.

Etiketler: , ,

Lucky, klasik kedi davranış kalıbı ile camlı kapıyı ve "abla"nın vicdanını tırmalar! Uzun süre vicdanıyla boğuşan "abla" yenilmez! Eve kedi giremez!

Lodos fırtınası, yağmur!.. Gecenin karanlığında yağmuru dinlemek için TV'yi kapatıp yağmuru izlemek üzere perdelerini açar "abla": Lucky camlı kapının dibinde! Eski Lucky'nin reenkarnasyonu yeni Lucky, camlı kapıyı kediler soba arkasında sepetteki puf yastıkta uyurlar diyen klasik bir kedi davranış kalıbıyla tırmalar! Uzun süre vicdanıyla gırtlak gırtlağa boğuşan "abla" yenilmez! Eve kedi giremez!

İnsan davranış kalıpları üzerine düşünür "abla"; ergenlikte, olmadı lisede bir-iki sevgili edinmek, olabiliyorsa mutlaka üniversiteye gitmek, askerden döner dönmez bir iş bulmak, para kazanmaya başlar başlamaz araba almak, teknolojiye yatkınsak eldekini sürekli en yeni modelle yenilemek, törenle evlenmek, evlenmekte ayak sürüyorsak bize tanıştırılan herkesle yemeğe çıkmak, evlenir evlenmez çocuk yapmak, oğlanı hastande değil davullu zurnalı sünnet ettirmek, modayı izlemek, eğilimleri bilmek, magazinden, TV dizilerinden haberli olmak, yeni açılan bilmemnereye mutlaka gitmiş olmak, cep telefonunu yenisiyle değiştirmek, ödüllü gösteriyi en önden izlemek zorundayızdır sanki!..

Lucky'nin kalıpları bir kaç tane, bizimkiler sayısız! diye düşünen "abla"nın kalıplarla yaşamak konusuna dikkati ilk kez, 19. yüzyılda bir maden kasabasının tutucu ortamında, zengin bir ailenin oğluyla beraber olan genç kızın hasbelkader evlilik konusunda anlaşan ailelere başkaldırıp evliliği reddetmesini anlatan filmi izlediğinde çekilir!

Bir genelge yayımlanmış olsa ve şu tarih itibariyle tüm erkekler kafalarını kazıtacaklar! denmiş olsa vay! insan hakları, mahalle baskısı, bilmemnere mi oluyoruz? konulu, esaslı bir gürültü sarar ortalığı ki, son zamanlarda yakışan yakışmayan bir sürüsünün ayıla bayıla kel dolaştığı bugünde, deme gitsin!

Davranış kalıplarını, herşey için, herşeyle ilgili olarak hiç sorgulamadan uygulayan ademoğlu/havvakızına "abla" demek ister ki!

Sen gerçekte ne yapmak istiyorsun? Yapmak/yaşamak istediğin tam nedir? Bu olduğundan emin misin?

Etiketler: , ,

Esprili anlatımıyla sevilen Akın Hoca derse başlar ve çok şaşırtıcı bir şey söyler: "Para hiçbir zaman yetmez!"

Âşık "abla", beklentilerinin tersine, uygulamalı okulunun tam gün olduğunu öğrenince sevdiceğiyle beraber olabilmek için arada okul kaçkını olmak dışında bir yol bulamaz. İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi'nde bir yıldan beri okumakta olan yeşil gözlü sevgili, güvenlik görevlilerini kafalayıp "abla"yı güzelim görkemli kapıdan içeri sokar. Hava durumunu mavi/açık, yeşil/yağışlı, kırmızı/karlı... diye gösteren kulenin dibinde dolanırlar, öğlen tavuk varsa iki kat uzunluktaki yemek kuyruğuna girip Turan Emeksiz'de yemek yerler, hırgür varsa haşlanmış yumurta peynir ekmek, helvadan oluşan kumanyalarını yemyeşil bahçede tüketerek üniversiteli olmanın tadını çıkarırlar...

Bir seferinde amfide verilen bir dersi izlemeye özenir "abla"; esprili anlatımıyla sevilen Akın Hoca derse başlar ve çok şaşırtıcı bir şey söyler: Para hiçbir zaman yetmez!

"Abla" yurt sırası beklerken teyzesinde kalır, iri harcamalar dışında 100 TL aylık harçlığı vardır, Karamürsel İstanbul arası ulaşım, 12.5 TL'dir. Yeşil gözlü sevgilinin durumu daha acıklıdır, o, Harem'de, memleketlisi Gazanfer Bilge -otobüs- firmasında bilet keserek harçlığını çıkarmaya çalışırken, kurt başlı şövalye yüzüklü, duruma göre muşta, sustalı, pala, keser türünden zengin aksesuar taşıyan, sarkık bıyıklı gençlerin baskın tehdidi altında yurtta kalmaktadır.

Okul çıkışı üniversitenin karşısına düşen Platin'e gidilir, gözün sigara dumanı altında sevgili gözünden başka birşey görmediği öğrenci kahvesinde ne yapsak evlensek? hayalleri kurulur. Bir tane en az neye ihtiyacımız var listesi bile yapılır: Beyaz eşya dışında en acili tabii ki çift kişilik yatak, portatif bir masa, iki tabure, portatif muşamba bir giysi dolabı, bir iki tencere, sadece makarna pişirebildiklerinden bir süzgü, 2 bardak, 2 çatal, 2 kaşık... Bu en az listesi nasıl toparlanacak bir yana, penceresiz, merdivenaltı tek göz öğrenci evine üçotuz para kira nerden denkleştirilip de ödenecek? hiç akıllarına gelmez, âşıktırlar ve herşey mümkündür!

Yıllar geçer. Yeşil gözlü sevgili/ilk eş, miktarı halâ esrarını koruyan kazancını kendisi için harcamayı uygun görür; ikinci eş ise uzun zaman tam olarak evlilikleri boyunca işsiz kalır. Evlilikler biter. Ailesinin desteğini kendi ücretine ekleyen "abla" görür ki, eve/cebe giren para arttıkça yeni (!) ihtiyaçlar doğmakta: Bir şeyler eskimiş görünür, yavru kedinin tırmanıp parçaladığı tül perdenin deliklerini onarmak yerine ille de yenisini asmak gerekir, dar paça pantalona geçilmişse ispanyol paçada ısrar edilmez, renkli TV çıkmışsa siyah-beyaz seyredilmez, 45'lik, 33'lük plâklar kasetlere, kasetler CD'lere, onlar bilmemnelere evrilirken değiştirmemek, yeni sosyal mekânlar, barlar açıldıkça gitmemek olmaz, sinema, tiyatro, kitap ise vazgeçilmez. PARA YETMEZ!

Dayatılan yaşam/geçim tarzına ilkeleri gereği direnen ve bu yüzden para sıkıntısı çeken, seçimine saygı duyduğu bir kardeşceğizine, "abla" demek ister ki;
.........
Ne diyeceğini bilemez! Onun kendi yaşam bilgisini deneye/yanıla/kanaya kendisinin yaratması gerektiğini bilir. Kendisi de öyle yapmamış mıdır? İçinden ...belki bakış açını değiştirmelisin, derse de, dışından, bu noktadan sonra sessiz kalır!

Etiketler: , , ,

20 Ağustos 2008 Çarşamba

"Abla" 2004'te ilk kez Kaçkarlar'a gittiğinde başka bir ülkeye gitmişlik duygusuyla döner.

O kadar ki oradaki diyalogları arasında Türkiye'ye döndüğümüzde... diye başlayan bir cümle dahi vardır!

Bununla kalmaz, Kaçkar fotoğraflarını arkadaşlarına, döner dönmez Eminönü'nden alınmış Türüt kasetleri eşliğinde (o zamanlar Türüt henüz apolitiktir, ...sen bu güüüzelliklerlaaaaan, çok canları yakarsuuuun, eramuzda engel vaaaaar, ben evlu sen bekarsuuuuun... türküsüne "abla" bayılmıştır!) sunarken, yörenin müziğini de Laz Rap'i diye tanımlar! Nâzım'ın deyişiyle ...hamsinin ve mısır ekmeğinin zaferi için bir türkü söylercesine ölebilen... Lazların, zeki insanlar oluşlarını hamsi ve mısır ekmeğine bağlayan "abla"nın, bu zeki insanların böylesine özgün bir müzik yaratabilmek için Amerikan Yardımına niye gereksinimleri olsun ki? sorusunu sormadan önce bir örnekle daha karşılaşması gerekmiştir: Borçka Karagöl'de, sandal sefasına bayılan biraz asabî beyaz kıvırcık tüylü bir köpekle tanışırlar, sahibi adının Bad olduğunu söyler. "Abla" bunun İngilizce'de "gonca" anlamına gelen "bud" olduğundan emindir!

Sonra, nedeeen sonra "abla" rap gafını yaptıktan epey zaman sonra, bu gaf ve nedenleri çevresinde düşünürken, birdenbire uyanır ve Bad der, Rosebud'daki gibi değil! ...esme ey bâd esme canan uykuda...daki gibi Bâd, yani rüzgâr!

Kendi kültürümüze ait müziği başka bir kültüre ait sözcükle tanımlayıp, bir diğer sözcüğün, önce o başka kültürdeki anlamını hatırlıyorsak, ne yapıp edip çocuklarımıza o başka kültürün dilini öğretiyorsak; bir zaman sonra o başka kültürün değerleriyle düşünmemize şaşmamak gerek!..demek ister "abla". Bir de fazladan, o başka kültürün ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının önünde tutacağına yemin eden siyasilerce yönetiliyorsak, kendi dilimizden bağımsızlık, saygınlık... sözcüklerini çıkarmamızın zamanı gelmiştir.

Etiketler: , , , ,

Eee, "abla" da bir kadındır, ne olsa! Zarif bir adamın ilgisinden etkilenmeyecek kadar katılaşmamıştır kalbi. Henüz!

Sevgi arayışında, her bu kez buldum! sanışında; kaderin, çenesine, midesine çalışan, her seferinde ille de kaşını açan sağlı sollu kroşelerini, savuştur(ama)maktan yılgın "abla" karşı cinse temkinli yaklaşır... ne kadar zarif, ne kadar uzun boylu, düzgün yüz hatlı, konuşurken müşfik olsa da...

"Abla" güzel değil, güzel demeye dilleri varmadığında dedikleri gibi şirin, hoş şeklinde tanımlabilinecek bir kadındır. Ve, her kör atın bir kör alıcısı olur atasözünde belirtildiği üzere, yalnızlığı seçip sığındığı bu kuytu köşede, aşk ihtimali "abla"yı bir kez daha bulur!

Komşu sitede, annelerinin yazlığında kalan genç bir kız, "abla"dan birkaç yaş büyük, müzmin bekâr ağabeyini "abla"ya uygun görür. Kendi göbeğini ustaca kesmiş olan iyi niyetli kızkardeş, bu konularda beceriksizliği tescilli ağabeyi için de bir güzellik yaratabilmek amacıyla, bayağı bir çaba göstermiş olmalı ki, ağabey, akşamüstü/sabah yürüyüşlerini "abla"nın evinin önünden geçirmeye başlar.

"Abla" kızkardeşle arkadaştır, anneleri ile daha da arkadaştır... ama ağabeyle, arkadaşlığın ötesine geçmek planında yoktur. "Abla"nın, kendini arayış yolculuğunu rotasından şaşırtacak kadar baş döndürücü olmamak bir yana, ağabey, bir kol boyu uzağındaki sürahiden su içebilmek için annesinin ya da kızkardeşinin yardımına ihtiyaç duyar. Oruç tuttuğunda, sigara içmediğinden asabi olur, dört çeşit yemek ve her akşam ayrı bir tatlıdan oluşan özenli iftar mönüsü üzerine sade kahvesi eşliğinde sigarasını içmeden, kendine gelemez!
"Abla"nın ise, ablaya bakmak, ablayı şımartmak, ablanın kaprislerini karşılamak dışında bir niyeti yoktur, o son zamanlarda kendisiyle ilgili, kendisine keşif yolculukları yapmak ister. Yüreği çırpıntılar içinde, bu akşam ne tatlı yapsam? diye değil, ben kimim, yaşamın amacı ne ola ki? diye düşünmek ister.
Ve ağabeye demek ister ki;
Ben sana annen gibi kızkardeşin gibi bakamam, aç biilaç, bakımsız kalırsın, kapı gibi adam sersefil olursun, yol yakınken vazgeç bu sevdadan!..

Etiketler: ,

"Abla" ...balla, yalamakla ilgili birşeyler söyleyen adamı anlamaya çalışır...

İki yıl önce küçük kız kardeşi, hafta sonları gelip gittikçe maillerime bakarım, ortanca da çalışmalarını yapar, daha sık yazlıkta toplanırız deyip bir laptop getirdiğinde "abla", teknolojinin herkese ulaşmadıkça yeterli, değerli, gerekli bulmadığı bu ürününe küçümseyerek bakar! Yine de gidip bir abonelik alır. Gereğini yerine getirmek üzere de birkaç gün içinde bir teknik eleman gelir, bağlantıları kurarken, yanındaki -evin tüm elektrik düğmelerini açıp kapayan, arada tuvalete girip ...tümü de silebiliyorum ben! şeklinde rapor veren- ufak oğlanın/oğlunun, eşinden ayrı olduğu için hafta sonları kendisiyle kaldığını anlatır.

Bir zaman sonra, "abla"nın kontür yüklemediği için can çekişmekte olan cep telefonu çalar, bir adam sesi beni der tanıdınız mı?; "abla"nın hayır! yanıtı üzerine balla, yalamakla ilgili bir şeyler anlatır. Sesi tanımamakla beraber "abla" üslubu tanıdık bulmuştur...da nereden diye hafıza kayıtları arasında dolaşırken mesajı anlamadığından efendim? der, yanlış aradınız sanırım! Adam tekrarlar ama "abla"nın kulakları böylesine direkt bir öneriyi duymaya yanaşmaz ve bir kez daha yanlış numara sanırım! derken, adam, artık anlamazdan gelinemeyecek önerisini son kez tekrarlar, o ara "abla" akleder ve telefonunu kapatır.

Bu neydi? diye düşünüp dururken, "abla"nın gözünde birden, üslubun görüntüsü canlanır! Bu o! Karısından ayrı yaşayan teknik eleman! Konuşması/aksanı çok kendine özgü... "Abla" telefon konuşması sırasında hatırlasaydım ya! diye hayıflanır. O zaman ona demek ister ki; bu nasıl bir iş? Taşıma suyla değirmen dönmez, git karınla barış! Arada çocuk da var, kurtar evliliğini, cinsel yaşamın da düzene girsin... Bu yol, yol değil!

Etiketler: ,

İşyerine gelir gelmez "eee, Keriman Hanım iftara ne pişireceksin?" diyen, tümü oruçlu gençler arasında, boylu poslu yakışıklı bir tanesi vardı ki...

"Abla" çalıştığı yıllarda hafta sonları dağ bayır yürür, pazartesi sabahı da ilk işi çevresini saran gençlere heyyy, biz ölmedik daha! anlamında trekking maceralarını aktarır!

Birinde Sapanca taraflarında iki köy arası yürüyüşlerini, yolda karşılaştıkları domuz avına çıkmış köylüleri anlatırken, tümü oruçlu oğlanlardan biri, Keriman Hanım'ı iftar mönüsü için sıkıştırmaya ara verip, "abla"nın sohbetine biz de oradaydık, içtima için! diyerek katılır. Meğer boylu poslu yakışıklı bu oğlan; mankenlerin, zengin aile çocukların adlarının karıştığı bir dizi skandalla basında yer alan Hoca'nın elemanlarından değil miymiş?

"Abla" hazırlıksız yakalanır, her zaman söyleyecek üç beş sözü varken, bu kez sessizdir. Yakışıklı, fırsatı ganimet bilip propagandaya geçer... Darwin'le pek araları yoktur, asıl dertleri, güzel kızlar yakışıklı oğlanlar aracılığıyla Allahaşkına, biz bu güzelliklerle maymundan gelmiş olabilir miyiz? türünden mesajlar vermek! O aralar bir yandan şık paltoları içinde, kaldırımlara kurdukları masalarda, tezlerini kanıtlayan, ardında sıkı parasal destek olduğu belli pırıl pırıl baskılı kitaplar satmaktalar... "Abla"nın, Kadıköy'de de böyle bir sunuşa tanık olan bir arkadaşı, İstanbul'a bir gelişinde Mecidiyeköy'de gördüğü, kaldırıma özenle yerleştirilmiş camekan içindeki fosillerin bu faaliyetle bağlantılı olabileceğini söylemişti.

"Abla" tehlikeli sularda, fazlaca açılmadan konuyu bilgiye kaydırır, azıcık da yakışıklıyı sıkıştırır, ben bana verilen bilginin yeterli olduğuna inanıyorum, fazlasına ihtiyacım yok! der oğlan ve hızlıca mutfağa seğirtir. O seninkisi bilgi değil dogma! Bilgi, hiçbir zaman yeterli değildir demek ister "abla", bilgi kendini sürekli yeniler, sabırla, emekle, önyargıdan uzak üretilir. Tartışılır, denenir, tazelenir... Ne zaman "tartışmasız doğru kutusu"na konur, o zaman adı değişir dogma olur!

Etiketler: , , ,

Sigara konusu "abla" için, içtiği için değil, içmediğinden, derin konudur:

Annesi, kalbi orada olduğunu belirttiğinde günde 3,5 paket Silahlı Kuvvetler düzeyinde bir tiryakidir. Uyarıyı ciddiye alan anne sigarayı tak! diye bırakır, bu tak! sesi ona fazladan 5 yıl kazandırır... "Abla" düşük kilolu doğup, kendisi için verilen yaşamaz bu! hükmünü, annesinin hamileliklerinde de az çok sigara içmesine bağlar. Babası ise evin pasif içicileri nasiplensin diye arada, piposunu incecik elma kabuklarıyla kokulandırdığı tütünle doldurur... Amerikan filmlerinde, yerlilerde de, yakışıklılığın ve güzelliğin bir gereği olarak, bol bol ve gösterişli biçimde sigara içilir, öyle ki 50-60'lı yıllara ait bilimkurgu filmlerinde, travmatik sahnelerde, yanındakinin omzuna kapanıp hıçkırıklara boğulan duygusal kadın astronotların yanıbaşında, alüminyum folyo kılıklı uzay adamları kabinde püfür püfür sigara içerler! Red Kit'in ağzından sigara alınıp, çiğnemesi için bir sap verilmemiştir... Henüz sigaranın zararlarının gündeme gelmesini sağlayacak bilgi birikimi yoktur.

Basketbol takımıyla gittikleri komşu ilde kaldıkları yatakhanede, her yeniyetme gibi "abla"ya da sigara ikram edilir, "abla" reddeder, en çok da ikram eden kız sinirine dokunduğundan!.. Uzuuun pasif içicilik yıllarında rahatsızlık duysa da aktif içiciler o kadar kalabalıklardır ki bir hak iddiasında bulunabileceği aklına gelmez, henüz zamanı gelmemiştir.

Kanser araştırmaları ile sigara arasında paralellikler kuran araştırmalar artmaya başlar. "Abla" sigara içmeyip kendini futbol oynayarak öldürmeye niyetli ilk kocasından ayrılır; ikinci koca "abla"ya, sigarayı bırakıp talip olur! Pasif içiciler seslerini yükseltmeye yeni yeni başlamışlardır!

Arkadaşları arasında sigara içenler de vardır, içmeyenler de... Deneyimlemediği bu konuda söylemek istediği tek şey şudur "abla"nın: Ben der, üzerinde koca koca, siyah harflerle beni öldüreceğini ilan eden, spermlerimi azaltıp beni kısırlaştırmakla tehdit eden bir şeyi, para verip alıyorken görünmek istemem!

Etiketler: ,

+