...demek isterdim!

22 Ağustos 2008 Cuma

İki kardeş taban tabana zıt yaradılıştadır; “abla” ne kadar dışa dönükse, ortanca, o kadar içe dönüktür.

1959 yılının Haziran ayı sonlarına doğru, Üsküdar Yeldeğirmeni’nde oturan anneannesi, “abla”nın, hamileliğin bulaşıcı olduğu tezini kanıtlarcasına üç kızının aynı yıl içinde doğurduğu kız bebeklerden sonuncusunu, “abla”yı görmeye, Hatay Hassa’ya yola çıkar. Uzun zahmetli yolculuk sonrası, büyük kızının oturduğu eve ulaştığında, anneanneyi bir oda dolusu kadın karşılar; ziyaret sona erip, kadınlar birer ikişer ayrıldıklarında anneanne, kadınlardan birinin bebeğini unuttuğunu görür! Oysa, kadınların ziyaret sebebi de olan bu bebek, sütten kesilmeden hamile kalınmaz geleneği uyarınca sütün koruyuculuğuna güvendiğinden, canının ekşi elma çekiyor olmasına bir anlam veremeyen kızının, ikinci kızı, “abla”nın kendisinden tam 13 ay küçük, ortanca kız kardeşidir!

İkili set olarak, birlikte geldiklerini düşündürecek kadar az zaman aralığıyla doğmuş olduklarından, “abla” kardeşinin doğumuyla ilgili bir şey hatırlamaz. Bebeğin ağzına iri bir karamel parçası tıkmaya çalışırken yakalandığı gün işlenmeye başlayıp evrilerek bugüne ulaşan “abla”lık teması görünen o ki, bebeğin hayatta kalmasını sağlamıştır.

Doğuştan iç dünyası zengin, dengeli, mutlu, sadece kendisiyle değil, börtü böcek yaprak çiçek, her şeyle herkesle barışık çok şirin küçük kız, elbiselerinin eteklerini yelpaze gibi iki yana açarak poz verdiği fotoğrafları süslemekle kalmaz, istendiğinde masa, sandalye üzerine çıkıp hiç nazlanmadan şiirler okur, neşesiyle günleri, geceleri güzelleştirir.

İki kardeş taban tabana zıt yaradılıştadır; “abla” ne kadar dışa dönükse, o, o kadar içe dönüktür. “Abla” heyecanla koşarken, kardeşi, burcunun temel davranışı uyarınca suda devinircesine sakin, neredeyse yüzer; bulaşığı sırayla yıkadıkları yıllardan kalma büyük tencereye bol su koy, ocağın altını iyice kıs! sözü halâ kulaklardadır! 3.5 yıl sonra doğan en küçük kız kardeşlerinin dengeleyici tavrı olmasa, lise yıllarına dek dövüşüp boğuşan “abla”yla ortancanın itişip kakışması hiç bitmeyecek! Geç kalıyorum, kaçırdım dehşetiyle zaman, “abla”nın yaşamının değişmez, göz ardı edilemez parçasıyken ortancanın zaman kavramı yoktur! Stres anında çok daha verimli olduğu son dakikada atağa kalkıp arayı kapatır. Sezgileri güçlüdür, daha çok bedeni içinde gezer, kıyı köşe bakınır, iç organlarını gözler, hastalıklarını önce kendisi teşhis eder. Dörtte bir kadarına sahip olsa çok daha farklı bir yaşamı olacak “abla”nın tersine çok sabırlıdır; kılı kırk değil dört yüz yarar. Dünya üzerinde bilgi üzerine bilinen ne varsa, kız kardeşi öğrencilerine sevgiyle özene bezene aktarır; bu özen, yazılı kâğıtlarında …istediği kadar iyi olmadığı, soruyu şu veya bu nedenle iyi yanıtlayamadığı için… üzüntüler belirten minik içten notlarda açıkça gözlenir. “Abla”nın sevecenliği bir bardak su ise, ortancanınki, mezun ettiği genç öğretmenlerin, diploma törenlerinde boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak şaşılası bir üniversitesi manzarası sergiledikleri, koskoca bir okyanus!

“Abla”nın, kendisine kavuşma yolculuğunda örnek aldığı ortanca kız kardeşi, doğuştan zaman kavramı olmadığından her daim anda oluşuyla, engin sabrı, sezgiselliği ve sevecenliğiyle kendisi gibi olmak istediği az sayıda kişidendir. Böyleyken “abla”, bilgi bilgisi öğreten kız kardeşini, 40’lı yaşlarında varlığını hissettiği, kendisine yeni geldiğinden yeni bir bilgi biçimi diyerek söz ettiği, aslında Dünyanın en eski yerli topluluklarının, bizde Mevlâna’nın, Alevî’lerin Müslümanların hışmından korunmak için Hz. Ali ile sarıp sarmaladıkları en eski inançlarında görülen kendilik bilgisi fikirleriyle kızdırır. Yetmez! Bu kadar zıt karakterli iki kız kardeşin bunca az zaman arayla Dünyaya gelmelerinde de bir hikmet olduğunu, her şeyin rastlantıyla açıklanamayacağını, dahası akıllıca tasarlanmış olduğu düşüncesinin, kendi aklına pek yattığını söyleyip bu sabırlı kadının, sabrının sınırlarını zorlar!

İç dünyasında mutlu ve dingin yaşamaktayken dış dünyanın güzelliklerinden de deriiiiin zevk almayı bilen kardeşiyle yaptıkları bir Tahtakale ziyareti sırasında “abla”, onun, bunu bir bayram, bir şenlik gibi yaşayan yüzünde yakaladığı çocuksu sevinci, gözlerindeki Tanrısal ışığı görüp büyülenir! Dış dünyanın, “abla”nın varlık/iddia alanı yapılması gereken işler kısmıyla ilgisi olmadığından, kitaplar yazıp perdelerini yıkayamayan kız kardeşi, sağlığında böyle zamanlarda onu destekleyen annesini 18 yıl önce ölecek ne vardı? diyerek hasretle anarken, taşınmasına yardım için gelen “abla”, marketçi Rıza’dan alıp şehirlerarası yolculukla getirdiği kolilere kitaplarını yerleştirerek annelerinin eksikliğini bir parça gidermeye çalışır.

Yaşamını zengin, kaliteli, görkemli kılmak için desteğini hiç esirgememiş, kaynaklarını her iki ablasıyla da kayıtsız şartsız paylaşmış en küçük kız kardeşi yanında, ortanca kız kardeşine de “abla” demek ister ki!

...zaman zaman farklı bir boyutta yaşarmış görünerek her şeyin bundan ibaret olmadığı düşüncemi destekleyen, sezgiyle varılabilecek içsel bilginin doğruluğunu kanıtlayan, kendini sevmenin ne demek olduğunu bilip gösteren, koşulsuz sevgiyi, sınırsız sabrı alçakgönüllülükle sergileyerek, beraberce büyürken, büyümeme neden olan kardeşim olduğun için, sana çok teşekkür ederim.

Etiketler: ,

Fotoğraflardaki yüzleri, yüzlerdeki kıvrımların taşıdığı anlamları incelemeye, çözmeye meraklı “abla”...

...dudak kıyısına saklı, duygularına, kendine direnmekten, sevmediği kendi olmaktan kaçıştan doğan acıyı görür! Bedenlerin duruşlarına bakar, kalabalık fotoğraflarda bir diğerine eğilmiş baş, saklanmış/sıkılmış/bir şey almaya uzanmış eller, olmaması gereken birine gizlice yönelmiş bakışlar… ona göre çok şey anlatır.

Bir nişan fotoğrafı; Konsomasyon Taburesi’ndeki genç kadın tek tek gösterir; bu ben, annem, babam… kardeşim… Mutlu yüzlerle ışıklı fotoğrafın ortasında acı yüklü yüzüyle kapkaranlık genç bir adam, damat adayı! Nasıl kimse görmemiş, taaa başından yürümeyeceği bunca belliymiş de bu gönülsüzlük nasıl fark edilmemiş? diye düşünen “abla”ya iki çocuktan sonra evi terk eden kocasını, kocasına olan aşkını cinsel yaşamlarıyla ilgili ayrıntıları da katarak anlatan genç kadın, ara sıra duraklayan göz yaşı sellerine boğulmakta… Bilgisayarın başında, bu aşkın hikâyesini sayfaya döken “abla” ile kadının amacı, çocuklar yazılanları okuyup anlayacak yaşa geldiklerinde daha sağlıklı bir durum muhakemesi yapabilsinler!

Kendi macerasını yaşamak üzere özgürlüğünü ilân edip evden ayrılan, tek taraflı aşkın kahramanı koca “abla”nın işyeri arkadaşının ağabeyi! Sinema sohbetleri ardına gizlenip olumsuz durumun ağırlaştırıcı etkenlerinden biri olmak istemeyen “abla”yı, kardeş araya girmese, bayağı zorlayacak! Sık rastlanan bu ve benzeri durumda “abla”, karısının olumsuzluklarını anlatıp sızlanan ve nasıl oluyorsa çoooook anlayışlı kadınların anlamaya koştukları adamdan değil, kendisini sevmese de eşine âşık kadından yana koyar ağırlığını; ortak çocukları olan, seven bir kadınla frekans tutturamayan bir adam der, benimle mi anlaşacak, niyeti iyi olan daha çok kişinin çıkarını gözetir.

Kız arkadaşlarından, karılarından şikayet ederek avlanan karşı cinse güven duymaz “abla” ama sinefil ağabeyin ikide bir odasına dalmasını nasıl engelleyebileceğini bilmez. Bereket odası “abla”nınkinin karşısına düşen kız kardeş akıllı bir kadındır, akınları artık nasıl yaptıysa durdurur… ve hemen ardından “abla”yı baş göz etme faaliyetine hız verir.

Ne olsa dul kadın tehlikedir!
“Abla”nın gözlemine göre evlenme yaşı gelmiş ve geçmekte olan genç kızlar için sadece anne ve yakın akraba çaba gösterirken, evlenip boşanmış, evlilik sahnesinin yuttuğu tozu damarlarında dolaşan dul kadın için herkes çabalar, elinden gelenden fazlasını yapar. Üstelik iki kez boşanmış olduğundan “abla” daha tehlikelidir ve yaşanan son olayın gözler önüne serdiği gibi derhal önlem alınması/çözüm bulunması ziyadesiyle öncelikli bir konudur!

Gelip giden müşterilerden bekâr olanlara “abla”, “abla”ya aday adayları övülür; ilan bürosu çalışanı bir bey, sırf Cumhuriyet Gazetesi okuru olduğu için çok uygun kısmettir!

Kararlı, azimli arkadaşının, fakülteden arkadaşı kibar bey, liste başıdır. “Abla”nın beraber bir yemeğe çıkmalarına karşı çıkmalarının bir faydası olmaz.


Bir akşam, mesai sonrası saatte çalan kapıyı açan tüm gelişmelerden haberli sekreter arkadaşının koşarak gelip, gelişini “abla”ya haber verdiği bey az sonra odası kapısında belirir. Başkanı olduğu dernekle ilgili işi görüşmeye gelmiştir senaryoya göre… “Abla”dan azıcık uzun, ince, takım elbiseli, kravatlı gerçekten zarif bir bey kırmızı köşede! Bilgisayarının ardına sinmiş “abla”, zarif beyden az kısa, az geniş, ayağında fitilli kadife bordo füzo, üzerinde sweatshirt gaaaayet spor mavi köşede! Yan yana hiçbir resimde şık durmayacak ikili! Yaşça değil, yaşam biçimleri açısından galaktik uzaklıktalar! Her iki taraf da hangi hayırlı vesileyle bir arada bulunduklarının farkında ve köşelerinden, karşı köşeden çakabilecek kroşeyi tartmakta; “abla” fazladan korktuğuna uğradığını açık etmemek derdinde… İş konuşulur, sekreter arkadaşın yaptığı emsalsiz Türk kahvesi ikram edilir, zarif bey uğurlanır; çöpçatan, emrivâki anında ajansta olsa, hayatı kesinlikle tehlikede! Olupbittiye gelmekten açık biçimde bunalan "abla" demek ister ki!

Yaşanan karşılaşma, tanışma, bozgun öylesine etkilidir ki bir şey demesine gerek kalmaz! Böylece bu karşılaşma, olayın gündemden düşmesine neden olur ve yaşadığı tüm gerginliğe karşın “abla” açısından olumlu bir sonuca bağlanır. Babasının görevi dolayısıyla, temsil görevi yüzünden annesinin yaşadığı sıkıntıların yakın tanığı “abla” temsil edilmesi gereken bir koca istemediğini defalarca söylemiştir, söylemiştir ama…


Siyah beyaz bir fotoğrafta, salıncakta, kucağında yaşına girmemiş “abla” ile annesinin uzun iki güzel saç örgüsünün çevrelediği güzel yüzündeki gülüşün, insanüstü çaba gerektiren mümkün olan en kısa sürede şık, bakımlı olma zorunluluğu, çalışan kadınlık, annelik mesaileri arasında sıkışa örselene, izleyen yıllar boyunca yavaaaaaşça yok oluşunu, fotoğrafları renklenirken neşesinin soluşunu izleyip gözlemek hiç zor değil!

Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın: Başkaları için yaşadığı ömrünün sonunda yakınlığa, dostluğa, bir çift söze ihtiyacı var…

Spor ayakkabı kutularının birinde, "abla"nın eline bir New Age kaseti takılır; Andreas Vollenweider,“abla”nın liste başı kasetlerinden Dancing with the Lion… Güzelim parçanın tınısı, Osmanbey’de Karakol’un bulunduğu caddeyi diklemesine kesip Bomonti’ye inen sokaklardan biri üzerindeki işyeri anılarıyla yüklü; aralarında “abla”nın unutamadığı bir yüz: Diamante!

Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın; “abla”nın şefi olduğu grafik atölyesinin altındaki bodrum katta oturur. Öğlene/akşama doğru, belden kuşaklı kalın triko sabahlığı, ince beyaz uzun saç örgüsü kıvırıp yaptığı topuzu ve çok kalın camlı gözlüğüyle atölyenin kapısında belirir. Sessizce içeri süzülür, “abla”nın masası önündeki sehpanın iki yanındaki koltuklardan birine ilişir, ajansın üst düzey kadrosu bir üst kattadır ama o yine de biri var mı? diye bakınır, çocuklardan biri çay, diğeri galeta ikram eder. Diamante uzanır sehpa üzerindeki dergilerden birini alır, burnuna dayar, arka kapaktaki mavisiyle ünlü sigara reklamını uzuuuun uzun inceler ve “abla”ya yaşıyorlar hanım der, yaşıyorlar!

Arada Fransızca konuşarak sesinde sitem gençliğinde, zengin ailelerin çocuklarına dadılık yaptığı eski debdebeli günlerini anlatır. Sonrasında sırayla hasta anne ve babasına bakar, ölümlerinden sonra İsrail bağımsız bir devlet olduğunda da, gidenlere benim orada kimsem yok ki! deyip katılmaz.

Bir ara hastalanıp ortadan kaybolur. Döndüğünde “abla”nın böyle bir başına zor olmuyor mu Diamante, sizinkilerin bir organizasyonu, bir düşkünler evi yok mu? sorusuna, dövüyorlar hanım diye cevap verir, çok dövüyorlar.

Bir gün, geçmiş zaman “abla” hatırlamaz, dairesine inip bir şeye bakmalarını rica eder, bir gelişinde kulağına eğildiği "abla"ya kısmet bulduğunu müjdeler bak hanım der, sanatı da var elinde, marangoz..., bir başka gün, son görüşmeleri, elinde bir tepsi pirinçle gelir, gözüm görmüyor hanım der, şuna bir baksan!

Gün boyu delice tempoda çalışmak yetmezmiş gibi gece 03:30’lara sarkmış fazla mesaiyle başları belâda grafik ekiple iş emirlerini zamanında sonuçlandırmaya savaşan “abla” demek ister ki!

Denecek bir şey yok! Burası bir iş yeri! demeye gerek yok, bu gün ışığı kadar açık. Diamante, yaşlı, yalnız bir Musevi kadın: Başkaları için yaşadığı ömrünün sonunda yakınlığa, dostluğa, bir çift söze ihtiyacı var… Bu gün ışığından daha açık.

İşyeri iflâs eder, “abla” için dört buçuk ay sürecek işsizlik dönemi başlar; her biri bir başka yere dağılan ekipten biri Bomonti’ye inen bir başka sokakta oturuyor olmasa çoook sonra duydukları Diamante’nin ölümünden hiç haberleri olmayacak!

Etiketler: , ,

“Abla”nın aklında kendi filmlerini çekme macerası!

Baadasssss! 2003 ABD yapımı bir film, tam adı How to Get the Man’s Foot Outta Your Ass- Baadasssss!; Zenci yönetmen Mario Van Peebles, babası Melvin Van Peebles’ın komedi, porno dışında bağımsız bir film yapma çabasını çeker. Hippi arkadaşının dediği gibi adının ortasına Van ekini almasa bağımsız film olmasına olanak yoktur, para yoktur, 13 yaşındaki oğlunun bekâretini yitirdiği sahne için aralarında tartışmalar yaşanır. Profesyonellere verecek parası olmadığından yönetmenin babası, çocukları dahil herkesin oynadığı filmde sekreterin sevgilisi, kız arkadaşının oyunculuğuna önce itiraz eder ama bir süre sonra, bunun Kara Panterler’in de desteklediği bir zenci başkaldırısı filmi olduğunu sezip grubuyla müzik yapmayı önerir: Earth, Wind and Fire! Bir sürü aksiliğe karşın bildiğimiz Bill Cosby’nin para yardımı yaptığı film biter ama dağıtımcı tüm Amerika’da sadece iki salona pazarlayabilir, ikinci gösterim sonrası bir gözünün aşırı çalışma yüzünden kör olmasına ramak kalmış yönetmen başarıyı yakalar!

“Abla”nın aklında kendi filmlerini çekme macerası!

Günde bir film+festivallerde 60-70 film, yılda yaklaşık 450 film izleyen “abla” ve küçük kız kardeşi bilinçli tüketici tavrıyla Türsak’ın düzenlediği ilk (26 Ekim 1996-11 Ocak 1997) Temel Sinema Kursları’na katılırlar: Hüseyin Kuzu’dan Dünya Sineması, Senaryo Tekniği, Burçak Evren’den Türk Sineması Tarihi, Selçuk Taylaner’den Kamera, Objektif, Kadraj, Enis Rıza Sakızlı’dan Film Yapım Süreci, Sinan Toğrul’dan Video Kameraları, Metin Deniz’den Sinemada Sanat Yönetimi, Uğur İçbak’tan üşenmeden taşıdığı ışıklarla uygulamalı Sinemada Işık, Görüntü Yönetimi, Hilmi Etikan’dan Çekim Planları Kamera Hareketleri, Seslendirme, Füsun Demirel’den Sinemada Oyunculuk, Hale Künüçen’den Sinemada Akımlar, Ersan İlal’dan Film Çözümlemesi, Derviş Zaim’den Yönetmenlik… öğrenip, derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Müjde Ar imzalı sertifikalarını alırlar.

Kesmez! Film de çekmek isteyen “abla” ilk mezunlardan oluşan 8 kişilik bir grupla bir kısa film senaryosu yazmaya başlarlar. Hafta sonları bir araya gelebilen, aralarında TV-Film, ilaç pazarlama, kimya, reklâm sektöründen kişilerin, Çorlu’dan gelip giden bir astsubayın, Bursa’dan gelen bir kızın bulunduğu çalışanlardan kurulu grup bir arada o kadar eğlenirler ki, Sevinç Hanım'ın evliyâ ayarındaki sabrını zorlayarak sadece senaryonun yazımı 1.5 yıl sürer.


Başları üzerinde tonlarca taş ve tozun Hale-Bopp Kuyruklu Yıldızı adıyla gürüldeyerek akmakta olduğu günlerde kameraman Necmi Bey ile Hilmi Etikan başkanlığında çekimlere başlanır; amatör tiyatro oyuncusu orta yaşta bir kadın ve dizi oyuncusu genç bir adam bulunur, gruptan birinin evinde bir kaç sahne, bir diğerinin evindeki pirinç karyolada bir sahne, Galata Kulesi'ne bakan bir apartman girişinde kursiyerlerden birinin kapıcıyı oynadığı bir sahne, Üsküdar İskelesi’nden ayakkabı boyacısı bir çocukla, işyerinin kedisi TekirBekir’le birer çekim… yapılır.

Geçkince bir hayat kadının kendine bir gönül yoldaşı aramasını anlatan öykü için montaj sonunda 20 dakikalık bir kısa filme dönüşen 8-10 saatlik çekim yapılır. Bir çok aksilik yaşanır, montajdı, sesti derken sonunda film biter. Son buluşmalardan birinde grubun başkanı Hilmi Bey’in her gün, her dakika bu tarz üretim yapılışını, bu dev çöp yığınını protesto etmek için filmimizi, Taksim Meydanı’nda yakalım! önerisine kimse iltifat etmez…

İnsanın emek verdiği şeyi sevip bağlandığı gerçeği yüzünden, bu, gruba göre festivallere gönderilesi çooook kıymetli bir çalışmadır! Bu öneriye Hilmi Bey’in bıyık altından gülümseyişini hatırlayan “abla” yıllar sonra kopyalanıp herkese birer adet dağıtılmış kopyayı izlediğinde dehşete düşer: Seçimini Bruch ve jenerikte Paganini’den bizzat elleriyle yaptığı müzik, nasıl da eğreti durmakta! Niye aklına, filmin erkek karakterini belki ama, kadın karakterini kesinlikle daha iyi ifade edecek Türk Sanat Müziği gelmemiş ki? Ve göze kulağa batan daha neleeer neler…

…demek ister ki!

“Abla”nın diyebileceği bir şey yok; küçük arkadaş gruplarını evinde toplayıp sevinçle izlettiği, yapıldığı süreçte özenilip emek verildiğinden taşıyabileceğinden fazla anlam yüklediği –neredeyse- bir çeşit aşk ilişkiyle bağlandığı film, aradan geçen zaman içinde giydirdiği anlamından soyunmuş, iyi niyet, sevgi ve hevesle üretilmiş bir küçük atölye çalışması, hepsi o!

Her salise, değerli değersiz, anlamlı anlamsız yığınla metnin, görüntünün, sesin üretilip aktarıldığı medyanın, akılalmaz boyutta bir çöplüğe dönüştüğünü gördüğü geçen yıllar boyunca yine de,
diye düşünmeden edemez “abla”; filmi Taksim Meydanı’nda tutuştursaydık, geçen zaman içinde dolap köşelerinde gerçek kimliğine bürünerek her karşılaşmamızda uğrayacağımız şoktan kesinlikle çooook daha fazla etki yaratabilirdik…

Etiketler: , , , ,

“Abla”, mutluluk duygusu yaratan salgının beyinde salınmaya başlamasından az önceki kritik eşiği yakalarsa, aşkı durdurabileceğini iddia eder!

Ilık, soba yakılmasa da olur akşamüstü; “abla” sürmeli tel kapı ardında oturmuş, akşamın taze kır çiçekleri kokulu nemini içine çeker, çok severek dinlediği eski kasetlerden biri eşliğinde gecenin inişini gözler. Arthur Rimbaud şiirleri üzerine Hector Zazou, Sahara Blue albümü, vokalde tanıdık isimler: Gerard Depardieu, Khaled, Harbiye Açık Hava’da izleme şansını yakaladığı Dead Can Dance’ten bayıldığı Lisa Gerrard, Brendan Perry… “Abla”nın eksik müzik zevki eğitimini tamamlamak üzere doldurulan kasetin hikâyesi,Tünel’e yakın İsveç Baş Konsolosluğu karşısına düşen ve o tarihte geniş yuvarlak avlu çevresinde noter, avukatlık bürosu, sahaf… işyerlerinde çalışanların olduğu Narmanlı Han’da başlar.

Narmanlı Han, başlangıçta sadece mekân olarak ilginç gelir “abla”ya; girişinde kemerli kapının sağında solunda bir iki kondu büfe dışında içeride, yaşam ve avlu olmak üzere her iki anlamda da hayat olan geniş avlu, üst katlarda bir zamanlar konaklanılan odaların bulunduğu, alt katlarıysa işyeri, avlusu kalabalık kedi nüfusu barındıran bir güzel yapı… Kapı önündeki kitapları karıştırıp kedileri seven “abla”, sahafın eski 45’lik, 33’lük plaklar da sattığını görüp, plaktan kasede kayıt yapıp yapmadıklarını öğrenmek üzere içeri girer. Amacı, aralarında, isteği üzerine babasının yıllar önce Gaziantep’ten aldığı kızının ismine ilhâm kaynağı olmuş Cem Karaca parçası Oy Gülüm Oy!’un da bulunduğu, sevdiği ama dinleyemediği 45’likleri hayata döndürmek… Babasının gençliğine benzeyen, gözlüklü bir genç olan sahafla, kitaplar, müzik, derken hayat üzerine sohbete dalarlar. Plaktan kasede kayıt yapabilecekleri anlaşılan arkadaşları vardır, “abla” söz konusu 45’likleri getirir bir sonraki Narmanlı Han ziyaretinde ve öğrenir ki eski eser olması nedeniyle işyerleri tahliye edilmekte…

Bir sonraki karşılaşma Cadde’deki Atlas Pasajı’nda gerçekleşir; henüz plaklar kasede aktarılmamıştır ama R.E.M.’in bir parçasının pek moda olduğu, “abla”nın da bu parçayı sevdiği anlaşılınca müzik zevkindeki deriiiiin gedik giderilmek üzere, sahaf tarafından kendisine hikâyenin başındaki Sahara Blue kasedi önerilir: Ağırlıklı olarak klâsik müzik dinleyen “abla” bu değişik müziği sever!


Zaman geçer… 45’liklerinin izini sürdüğü, e, hadi artık aktarın da şu plakları kasede… konuşmalarından birini daha yapmak üzere pasajın üst katındaki dükkâna bir uğrayışında siyah gözlük çerçeveli, siyah balıkçı yaka kazaklı sahaf oğlanla yaptıkları sohbetten çok hoşnut kalırlar, akşam saati dükkânı kapatıp Balık Pasajı içinden Cumhuriyet Meyhanesi’ne giderler. Aynı kıvamda söyleşirlerken, ilerlemiş bir saatte, yan masaların birinden çakırkeyif ile sarhoşluk arası, sınırda bir adam gaaaaayet teklifsiz, sandalyesini çekeleyerek “abla” ile eğlenceli ama derinlikli konuşmalara dalmış sahaf genç arasına yerleşir: “Abla” konuşmayı sever, hayatın, olayların, insanların tahlil edildiği değişik bakış açısıyla konuşanların birbirlerinden çok şey öğrendikleri içeriği olan bilinçli konuşmalara bayılır ve ne yazık ki yarı bilinçli/bilinçsiz sarhoş muhabbetinden hiiiiiç hoşlanmaz, yan masadan dalınan, rastlantısal değil sohbetini test ettiği kişilerle sohbeti sever. Eylemine ayak uydurmakta gecikmeyen oğlanın şaşkın bakışları altında oyalanmadan, sandalye arkasına asılı kabanını giyen “abla” çantasını omzuna asar, çakırkeyif/sarhoş adama …biz de kalkıyorduk, size iyi akşamlar! der ve birlikte çıkarlar. Azıcık kaçan keyiflerini yarım kalan sohbeti tamamlayarak onarmak üzere “abla”nın önerisiyle onun evine giderler.

Hangi arada “abla” hatırlamaz; yemek masası kıyısında cebinden çıkardığı bir şeyle bir şeyler yapan, “abla”nın bakmazsa olmasını engelleyebilecekmiş gibi sırtını döndüğünden görmediği o şeyi büyük olasılıkla burnuna çeken genç adam o dakikadan bu ana dek tanık olmaktan bile tedirginlik duyduğu bu eylemi kayıtlarından silmiş “abla”ya sorar, seni rahatsız eder mi? Elbette! Hem de çok! …demek isterken Hayır, der “abla” beni zorlamadığın sürece senin bileceğin iş! Zorlanma söz konusu değildir ama “abla”, bir ölçüde rahatsız olduğunu, bu sözcüğü kullanarak belirtmeyi seçer. Kullandığı her ne ise, genç adamda bilinçsizlik bir yana taşkınlık olarak bile adlandırılabilecek bir değişiklik yaratmamasına, kendisine hiçbir rahatsızlık vermemesine karşın “abla” bundan hoşlanmaz.

İçkinin de zaman zaman çok can sıkıcı olabilen, değişik bünyelerdeki görünümleri “abla”nın elinde olmaksızın yargıladığı durumlar arasındadır, yeniyetmelikte neyse… Darren Aronofsky’nin Requiem For A Dream filmi, muhteşem müziğiyle de bu konuda gördüğü en iyi filmlerden biridir; uyuşturucu Dünya yüzünde hep vardı der, bilgimiz yeni değil ki, bağımlılıklar yüzünden çekilen bunca acıya ne gerek var?

Yakın geçmişte, beynin renkli resimlerinin çekilmeye başlandığı beyin araştırmalarında, uyuşturucu bağımlıları ile âşıkların beyinlerinin, tatmin/yoksunluk durumlarında aynı bölümlerinin, aynı biçimde renklenmekte, yani aynı tepkileri vermekte olduğu ortaya çıkar! Bağımsızlık konusunda neredeyse bağımlı olan “abla”nın, aşktan uzak kaldığı, uzunca dönem bu şekilde başlar: Mutluluk duygusu yaratan salgıların beyinde salınmaya başlamasından az önceki kritik eşiği farkeder, meselâ bir bakışma anını pas geçerse, aşkı durdurabileceğini iddia eder!

“Abla”nın gözlemlerine dayanarak, çok acılara neden olduğuna tanık olduğu bir diğer bağımlılık biçimi de yaşam tarzına daha da acısı eşyaya olan bağımlılıktır! Hamileliğinin başlangıçında düşük tehdidiyle bir süre evde yatması gerekir, o sürede Yahudi soykırımını konu alan Holocaust’u okur: Sinemada da çok kez işlenmiş, Çingeneleri, solcuları, eşcinselleri… yok etmeyi hedef almış bu büyük trajediyi Yahudiler tarafından anlatan kitaptan “abla”nın aklında kazınıp kalan, kuyruklu büyük piyano! Zengin, güçlü, kültürlü aile, piyanonun, ona sahip olmanın verdiği/neden olduğu psikoloji, aşırı özgüven yüzünden yaklaşan tehlikeyi görmez/görmezden gelirler. Ve tüm bağımlılıkların rutin sonucuna ulaşır, yok olurlar!

Etiketler: , , ,

“Abla” kadının sözünü keser; "bu dayı" der, "biraz fazla ortada, çevrede değil mi? Bunda bir tuhaflık var…"

Bu kez, yüksek ve arkalıklı bar sandalyesi görünümündeki Konsomasyon Taburesi üzerinde minicik bir kadın, gözlerinden göğsüne boncuk boncuk yaşlar yağarken, geniş masada oluklu kartonu çevirip kat yerlerini kör bir bıçakla ezmekle uğraşan “abla”ya anlatmakta; ben de çok gencim daha, ne bileyim? Doğru dürüst sertleşme bile olmuyor… Üstümdekiyle çıkıp gitmişim evden, yardım istemek ne kelime! Hem de kimden? Babamı annemi düşün, tek çocukları ben, seviyorum, onunla evleneceğim diye... Babam da annem de hiç beğenmediler taaa başından ama, ben unuturum bunu zamanla diye üzerime varmadılar… Çok acayip bir şey, soracak kimse yok, o zaman şimdiki gibi değil, kitap yok, TV’de her şeyin konuşulduğu, doktorlara sorulduğu zamanlar değil.

Cam cepheli dükkânın cam kapısı açılır, bir kadın raflarla özenle düzenlenmiş vitrinde gördüğü kumaş kaplı kutunun fiyatını sorar, ağlamaya ara vermiş minik kadın ile işine ara veren “abla”ya iyi akşamlar diler, gider. Sandalyenin tepesinde cezalandırılmış küçük bir okul çocuğu gibi duran minik kadın kim bilir kaçıncısını tükettiği kâğıt mendile yanağından çenesine yol yapmış gözyaşlarını kurulayarak devam eder; çok üzüldüler ama, ne anneme-babama, ne kendime dönüş yolu bırakmadım, zamanla benimserler diye düşündüm…

Dükkânda, sık sık uğradığından, aralarında ahbaplık doğmuş “abla”dan başka kimse yok. “Abla” yine bu derece özele girmeye neden olacak ne yapmış olabilirim? diye düşünmekte, bir yandan da acısını gözyaşlarına yükleyip akıtarak kurtulma derdindeki kadını tedirgin etmemek için yavaş hareketlerle işine devam etmekte…

Onun ailesinden de kimse ile görüşmüyoruz, bir tek dayısı geliyor ara sıra hepsi o! Birden “abla”nın dikkati, üçüncü kez geçen dayı lâfına çekilir; kaçışın planlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli rolü olan dayı!

Hikâye, sessiz hıçkırıklarla devam eder, çocuk olunca annemle babamla barıştık ama, öylesine… Ben halâ herkesin cinsel hayatı aynı sanıyorum, çocuk da nasıl olduysa o arada oldu işte…

“Abla” aklında dayıyı evirip çevirmekle meşgul!

İlgisiz, bazen eve bile gelmiyor, akademisyen ya bu, gören okumuş adam sanır, dayısıyla bizden daha fazla beraber… “Abla” kadının sözünü keser; bu dayı der, biraz fazla ortada, çevrede değil mi? Bunda bir tuhaflık var…

Ensestten söz etmek ister “abla”, aile içi cinsellikte ruhu, en az bedeni kadar yaralanan, başına geleni aklına sığdıramadığı için annesine bile söyleyemeyecek, söyleyemediği çocuğun, güvenerek yaklaştığı, ağabeylerden, amca ve dayılardan söz etmek ister. ...demek ister ki,


...o dayı yıllar boyu hep yanınızda, bunun bir anlamı olmalı, sonuçlarına bakılırsa açıklığa kavuşabilecek bir anlam! Ve “abla” hiçbir şey demez!

Uzuuuun bir sessizlik, kâğıt mendil ve oluklu karton hışırtısı dışında hiç ses yok!

Hava iyice kararmış, “abla” yavaş yavaş silikon tabancasının fişini prizden çekip masayı toparlarken artık ağlamayan küçük kadın da sandalyeden aşağı kayar, başını ağrıttım kusura bakma diyerek özür dilerken “abla”, nerede hata ettim diyerek tüm yaşamını tüketmiş kadının dikkatini yine dayıya çeker. Bilmem der, hiç öyle düşünmedim, o açıdan bakmadım, ama…

Cam kapıdan çıkarken, hıçkırmaktan yorgun düşmüş minik kadın ağlamaktan kısılmış sesiyle, ben der “abla”ya yine şanslıyım, 9 yıl sonra boşanıp kurtuldum, ikinci karısı 16-17 yıl oldu, halâ evliler…

Etiketler: , , ,

“Abla” içinde bulunduğu şartların farklı olması halinde onu, onun kendisini sevdiği gibi seveceğinden emindir!

Annesine, beni dedim karımdan ayırıyorsunuz!… Konsomasyon Taburesi’nde “abla”nın bir arkadaşı: Üniversitedeki sevgilisini, kızın annesinin bu ikisi arasına nasıl girdiğini, ne acılar çektiklerini anlatmakta… Böyle durumları dinlemede, avutmakta çok deneyimlidir “abla”, o kadar çok giriş, gelişme, sonuç biçimli aşk hikayesi dinlemiştir ki... Neredeyse doğuştan terapisttir, orada olmadıklarından kendilerini savunma hakkı bulamayanların gönüllü avukatıdır; düğümlenen ilişkiler için çözüm, kitap, doktor, ağır vak’alarda psikolog önerir, karşı tarafın kızın/oğlanın neden böyle davran(ma)dığını, niye şöyle şöyle de(me)diğini, niçin kendisini sürekli sınadığını, telefonu suratına kapadığını, inatla kısa etek giydiğini, elini tutturmadığını… şikayetçi tarafla birlikte anlamaya çalışırlar. Gerdek gecesi doğum kontrolü ile ilgili olarak dahi başvurulmuşluğu vardır.

Karım dedim ya, ötesi var mı, karım!… İş arkadaşı Eskişehir’den İstanbul’a dönmüş, üzerinden epey zaman geçmiş ama ayrılık acısından belli ki sıyrılamamış. “Abla” araya giren anne hakkında sorular sorar, neden böyle davrandığını anlamaya çalışırlar; çözüm annesinin otoritesini aşıp bir seçim yapamayan kız/sevgilide görünür. Orada da donar!

“Abla”nın çantasını koyduğu çekmeceli alçak dolap, sandalye, masası önündeki büro koltuğu, kalorifer peteği, çömelerek duvarın dibi gibi değişik kullanımları olan Konsomasyon Taburesi, arkadaşlarının, uzanmayıp oturdukları, dinleyenin profesyonel değil, kelin merhemi olsa kendi kafasına sürer türden amatör olduğu kesin, bir tür terapi divanıdır. Her nasılsa dertlerinin dermanı gördükleri “abla”ya kendilerini, sevgilerini, hayal kırıklıklarını içtenlikle anlatırlar, en içten itiraflar, ortaya dökülen o en saf hal, tarafları birbirlerine yaklaştırır ve ara sıra beklenmedik iş kazaları yaşanır; bu yakınlık büyük bir sevgiye dönüşür. Hoşlanmadıkları, canlarını sıkan şeyler de söylediği halde “abla”yı, yapmak istemedikleri yüzleşme işini yaptığından mıdır nedir? severler.

Bu büyük sevginin aşkla karıştırıldığı da olur, aşk olduğu da… Annelerinin, üşenmeyip sizi çok anlatıyor da!.. diye telaş içinde, çok genç oğullarının şefi Fatoş Hanım’la tanışmaya geldikleri birkaç vak’a vardır.

Eskişehir’den gelen genç adam, bir ihtimal “abla”yı yitirdiği sevgili yerine kor, boş çerçeveyi onunla doldurur, “abla”yı sever. Kalabalık arkadaş grubu içinde, büyük içtenlikle bunu güm! diye söyleyecek kadar dürüst ve iyi niyetlidir. “Abla” da onu sevdiğini aynı grup içinde aynı şartlarda bildirir, bir farkla, “abla” evli ve çocukludur, onun sevgisi sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapmayacaksın ahlâk anlayışı gereği, arkadaşça sevgidir! Kocası, görümcesiyle görmeye gittiklerinde işemek için şeyimi aradığımda bulamıyorum! diye ifade ettiği kadar soğuk Kırkağaç’ta, 4.5 aylık kısa dönem askerdir. Babasının memuriyeti dolayısıyla kaldığı lojmanda, kızı, ona bakan anneannesi, babası beraber kalırlar.

Zaman geçer…

“Abla”nın arkadaşça sevdiği genç adam İngiltere’ye gider, evlenir.

Zaman geçmeye devam eder…

“Abla” ilk eşinden ayrılır.

Londra’da bir grafik bürosu kurup yaşamını yoluna sokan arkadaşı “abla”nın gelip kendisiyle çalışması için öneride bulunur ama “abla”nın gelişimini/hızını kontrol edemediği ikinci evliliği buna engel olur, bir yıl sonra da onun tarafından terk edilir.

Uzuuuun yıllar içinde, üç-dört kez mektuplaşırlar. İkinci kez terk edilmenin yıkımını atlatmaya çalışan “abla” son mektuplarından birinde olayların gelişimi üzerine nasıl bir analiz yaptıysa, mektubun ulaştığı sabah işyerinden onu arayan arkadaşı beni der niye buraya yolladın? O yıllar boyunca sevmeye devam ettiği “abla” ne cevap versin? …demek isterdim!’i bile olmayan, acıklı bir hikâye… Bitmez!

Zaman geçmeye devam etmeye devam eder…


“Abla”nın arkadaşı Thatcher politikalarının kurbanı olur, işleri bozulur, grafik yanında başka işlerle hayatını kazanmaya çalışırken evliliği zora girer, eşinden ayrılır.

İstanbul’daki ailesini görmeye bir gelişinde, eski iş arkadaşları bir araya gelir ve artık genç olmayan adam “abla” ile ilgili eski hikâyeyi yeniden gündeme getirmek ister… Ne var ki “abla” da genç değildir, yılgındır, dahası ona âşık değildir.

Zaman geçmeye devam etmeye devam etmeye devam eder…

Belek’te bağlantılı çalıştığı otellerden birinin girişinde açması için önayak olduğu, el yapımı kart sergisi için “abla”ya, kızıyla beraber yardımcı olur, panoları hazırlarlar. Çocuklar büyümekte, ne güzel! derken, çevrelerinde dolanan, kızından bir kaç yaş büyük bir otel çalışanı “abla”nın arkadaşına aşık… Güzel masum bir kız, masum bir aşk… “Abla” arkadaşını, biraz da kendi paçasını kurtarma derdiyle, kızın ilgisini geri çevirmemesi yolunda yüreklendirir. O kadar genç bir kadınla yeni bir yola çıkacak gücü yok gibi görünse de, kızın masum bakışlarının da etkisiyle bir süre sonra evlenirler.

Her zaman en yakın erkek arkadaşı, pek çok konuda yardımcısı olmuş, bir dönem en büyük hayallerinden biri ilk elyapımı kart sergisinin gerçekleşmesini sağlamış bu adam hakkında düşündüğünde “abla”, içinde bulunduğu şartların farklı olması halinde onu, onun kendisini sevdiği gibi seveceğinden emindir, kaçırdığı trenlerden birinin de bu olup olmadığını, hep merak eder.

Etiketler: , ,

+